DR. MURAT ERGÜVEN
Özgürlük Savaşçısı Ya da İffet ve Özgürlük

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇISI YA DA İFFET VE ÖZGÜRLÜK

İffet, sözlükte ‘haramlardan uzak durmak, helal ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak’ anlamında olup, ahlak kitaplarında ise insandaki şehvet gücünün (cinsi/nefsani arzulara aşırı düşkünlük) dinin ve aklın buyruğu altına alınarak dengelenmesinden meydana gelen erdem/fazilet olarak ifade edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de iffetle ilgili dört ayet vardır. Bu ayetlerin ikisi (el-Bakara/273, en-Nisa/6) mal-mülk, yeme-içme konularında ölçülü ve kanaatkâr olmayı, ikisi de (en-Nur/33,60) cinsel istekler hususunda ölçülü ve edepli davranmayı ifade etmektedir.

İffetle ilgili hadis-i şerifler de vardır.(*) Rasul-i Ekrem s.a.v.’in ‘Her kim ağzına ve cinsel arzularına hâkim olacağına dair bana söz verirse, ben de onun cennete gitmesine kefil olurum.’ Ve ‘Her dinin bir ahlakı vardır. İslam ahlakı da hayâdır.’ Hadisleri iffetin kapsamı ve İslam ahlakındaki önemini ortaya koymaktadır.

Bazı filozof, ahlakçı ve tasavvufçular ise iffeti; hayâ, mahcubiyet, günahtan çekinme, cömertlik vb gibi erdemlerin esası/temeli olarak görürler. Ve iffetten yoksun olmanın bütün güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu belirtirler.

İnsanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet sayılabilmesi için, bunda kişinin bilinçli olması ve güçlü bir iradi çabayla bunun gerçekleştirmesi gerekir. Psikolojik veya bedensel bir zafiyetten, acizlik, korkaklık, bilgisizlik yâda başka bir engelden dolayı zevklerini terk eden kişi iffetli sayılmaz.

Bedeni hazlara ve nefsanî aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruh haline ‘kalb iffeti’ denir. Bundan sonra ise tam iffete ulaşmak için eli, dili, beli, gözü, kulağı ve genel olarak bütün bedeni, ahlaka aykırı davranışlardan uzak tutmak gerekir.

İffet aslında özgürlüğün kaynağıdır. Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının, arzularının, nefsinin, şehvetinin baskısından kurtulması gerekir. Bu bakımdan en alçaltıcı kölelik ‘şehvet köleliği’dir. İffet sahibi kişi nefsinin isteklerine kul olmaktan kurtulup özgürleşir.

İbn Hazm’ın kitabında ise bir ‘özgürlük savaşçısı’nın hikâyesi şöyle anlatılmaktadır:

“Kurtuba sakinlerinden güzel yüzlü, yakışıklı bir gençle tanıştım. İbadete çok düşkündü. Bu dünyadan el-etek çekmişti. Onun bir din kardeşi vardı. Aralarından su sızmazdı. Bir akşam o kardeşini ziyarete gitti.

Geceyi onun evinde geçirmeye karar verdi. Olacak ya, ev sahibi bir ihtiyacı için uzaktaki tanıdıklarından birinin evine gitmek zorunda kalmıştı. Çabucak geri dönmek üzere evinden ayrıldı. Arkadaşı ise hanımıyla evde yalnız kaldı. Kadın son derece genç ve güzeldi..

Vakit ilerledi ve adamın, evine dönmesi mümkün olmadı. O gece artık kocasının eve dönmeyeceğine aklı kesen kadın, delikanlıyla ilişkide bulunmayı kafasına koydu. Gence yaklaştı ve onu tahrik ederek kendine çekti..

Delikanlı kadına sahip olmayı denedi; fakat sonra aklı başına geldi. Allah’ı düşündü. Sonra parmağını yanan kandilin alevine tuttu. Ve tabii parmağı yandı. O zaman ‘Ey nefsim, bu acıya katlan! Cehennem ateşi yanında bu nedir ki!’ dedi.

Kadın ise gördüğü bu manzara karşısında heyecandan donup kaldı. Fakat heyecanı geçince yeniden istedi. Ve isteğinde diretti. İnsanda yaradılıştan var olan şehevi arzu delikanlının bedenini de iyice sarmıştı.

Ama az önceki davranışını tekrarladı. Ve şafak ağarıncaya dek bu mücadele böyle sürdü. Şafak sökünce şehadet parmağı tümden yok olmuş, kandilin aleviyle yanmıştı..!

Kudurgan bir arzuyla şehvetin tuzağına düşmeseydi, acaba bu genç, nefsine karşı verdiği savaşta bu noktaya ulaşabilir miydi?

Onun bu davranışını mutlaka Allah hesaba katacaktır. O bağışlayıcıdır; İkram sahibidir. Ve ilmi sonsuzdur.” (1)


(*) Buhari, (Tefsir, Hudud, Rikak); İbn Mace, (Zühd, Rühun); Müslim, (Zekât); Müsned, l; el-Muvatta’, (Hüsnü’l-huluk); Tirmizî, (Zühd).

(1) Mustafa Çağrıcı, İffet, TDV/İslâm Ansiklopedisi (İstanbul–2000), 21/506-507; İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı/Terc. Mahmut Kanık (İstanbul–1998), 238-239.

İlk Ezân

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

İLK EZÂN

Ezân, lügatte duyurup bildirmek, ilan etmek, çağırmak anlamlarına gelir. Müslümanlara namaz vakitlerini bildirip, farz namazlara davet etmek için yüksek sesle, yüksekçe bir yerden okunan muayyen (bilinen), mübarek sözlerdir.

İslâm’ın şiarı (nişanı-işareti) ve Müslüman varlığın sembolü olan ezân hem namaza hem de İslam’a bir çağrıdır.

Ezân, İslâm inancını ve dinin esaslarını çok veciz ifade eder. Günde beş defa okunan bu ilahi mesajda; Allah’ın varlığı, birliği ve asıl kurtuluşun ahiret mutluluğunda olduğu, yeryüzünde kesintisiz olarak günün her anında insanlara duyurulur.

Bu yüce çağrı; İslâm inanç sisteminin insanlığa tanıtılmasında İslâm’ı sembolize eden bir davettir. Ve İslâm dünyasında fetih ve zaferlerin müjdecisi, vazgeçilmez bir unsuru olmuştur.

Ezân, sünnet yoluyla meşru (dinî bir hüküm) kılınmakla birlikte kitap (Maide, 5/58); Cuma, 62/9) ayetleri) ve icmâ ile de sabittir.

Ezân, farz namazlar için sünnet-i müeekede (kuvvetli sünnet)dir. Hz Peygamber: “İnsanlar ezân ile ilk safın faziletini bilselerdi, bunun için aralarında kura çekerlerdi.”(*)  diyerek ezânın önemini belirtmiştir. Ezân vakitleri bildirmekle birlikte vaktin değil, namazın sünnetidir.

Vaktinde okunan ezânı duyan kimse (Kur’an okuyor dahi olsa) durup dinlemeli ve tekbir ile şehadetlerde müezzine aynen icabet ederek, “Hayyeale’s-salah” ve “Hayyeale’l-felah” okununca “La havle ve la kuvvete illa billah” deyip, ardından da ezân duasını okumalıdır.

Ancak biz Müslümanların işini gücünü bırakıp o lahuti (ruhani) nidayı haşyet (korku) ve rikkatle (yumuşaklık-incelik) dinlemesi lazımken, buna maalesef çoğumuz uymamaktayız.!

Millî ve manevî terbiyenin ilk mayası olan ezânın toplum hayatında tesiri büyüktür. Toplumun ruhuna millî-manevî şuur nakşeder. Ezânsız semtlerde yetişen çocuklar dinî ve millî şuurdan yeterince nasiplerini alamazlar. Ruhları ezanla beslenen dimağlar onun kıymetini ezânsız, yabancı memleketlerde daha iyi anlarlar.

İslâm davetinin esaslarından olan ezân, ilk defa Medine’de okunmaya başlamıştır.

Namaz, Mekke döneminde farz kılındığı halde Hz Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Medine döneminde ise Müslümanlar bir araya gelip namaz vakitlerini gözetirlerdi. Bir süre namaza, sokaklarda “es-salah / es-salah” (namaza-namaza!) diye çağrıldı.

Ancak bunda halkı namaza toplamadaki zahmet ve meşakkatten dolayı namaz vakitlerini bildirmek için daha güzel bir davet tarzına ihtiyaç vardı. Bunun için bir istişare yapıldı.

Yapılan tekliflerden; Nakus (çan yerine kullanılan alet) çalınması Hıristiyanların, şebbur (boru) öttürülmesi Yahudilerin, ateş yakılması Mecusilerin âdeti olduğundan Resûlullah tarafından hoş görülmedi. Bayrak dikelim teklifi de kabul edilmedi.

Ancak bu günlerde ashabdan Abdullah b. Zeyd, ard arda üç gece rüyasında (ayan beyan sanki uyanıkmış gibi) ezan öğretilmiş, Abdullah da Hz Peygamber’e bunu haber vermiştir.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem, ezanı Bilal’e öğretmesini emretti. Hz. Ömer de Resûlullah’a aynı rüyayı gördüğünü, ancak Abdullah’ın erken davrandığını söylemiştir. Sahabeden birçok (7, 14, 20) kişi de aynı rüyayı gördüklerini ifade etmişlerdir.

Hz. Bilâl yüksek bir evin damına çıkıp ilk sabah ezânını heyecanla okuyarak Medine ufuklarını çınlattı. Böylece ilk ezan hicri 1. Yılda (622 M.) okundu ve meşru oldu.

Allah semalarımızı dinin temeli, fethin ve istiklalin nişanı olan ezansız bırakmasın (Âmin).

Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi yurdumun üstünde inlemeli.. (1)


(*)  Buhari ve Müslim Ebu Hüreyre’den rivayet etmiştir.

(1)  Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercümesi (Ankara–1991), 2/550 vds. ; Abdurrahman Çetin, Ezan / TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul–1995), 12/ 36-37; Tahir Olgun (Tahirü’l-Mevlevi), Müslümanlıkta İbadet Tarihi (Ankara-1998), 91-96; Beşir Gözübenli, Ezân/ İFAV (İstanbul-1997), 1/ 514-519.

Kabir İçinde Yapılan Adak

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KABİR İÇİNDE YAPILAN ADAK

Mutedil (ölçülü-ılımlı) Şia ulemasından fakih, müfessir ve muhaddis olan Ebu Ali et-Tabresî (?-1153), kâmil, fazıl ve asil bir âlim olarak bilinmektedir.

Tabresî, tefsir, fıkıh ve kelâm alanında çeşitli eserler vermiştir. Bu âlim zât çok güzel bir tefsir kitabı yazmış ve ona “Mecmau’l- Beyân Li Ulûmi’l- Kur’ân” adını vermiştir.

Tabresî, Kur’ân ilimlerine genç yaştayken başlayıp, kendisini çeşitli yönlerden yetiştirdikten sonra yaşı altmışa gelip saçları ağardığında bu tefsir işine teşebbüs eder. Ve bütün gayretlerini tefsir işine verir.

Çok uğraş verdiği tefsiri, kendi ifadesiyle: “Edip için bir esas, nahivci (Arapça bilgini) için hazır bir malzeme, okuyucu için ibret, âbid için zahire, kelâmcı için hüccet, hadisçi için hüccet (delil) kaynağı, fakih için kılavuz, vâiz için bir alettir.”

Tabresî’nin tefsiri, tefsir ilminin özelliklerine uymakla birlikte, tefsirinin ağırlık noktasını Ehl-i Sünnet’ten farklı olan İmamîye inançları teşkil eder. Kendi mezhebinin görüşlerini karşı mezhebin görüşleriyle kıyaslayarak onlara cevaplar verir.

Tabresî’nin tefsiri, Şia ve mutezile görüşlerini bir tarafa bırakacak olursak, gerçekten değerli bir tefsirdir. Muhtelif ilim ve fenlerde sahibinin değerini gösterecek mahiyettedir. Pek çok konuda aleyhine olabileceğimiz hususlar varsa da; o pek çok İmamîye âlimleri gibi Şiilikte ve akidesinde müfrit (aşırı) değildir.

Tabresî, Ashab-ı Kiram-ı küfre ve kötülemeye yeltenmez. Tefsirinde de fazla bir aşırılığa gitmediği görülür. Bu tefsir, güzel bir tertiple ele alınmış dikkatli incelemeleri, delil getirişi, dilinin açık ve anlaşılır olması yönünden okuyucuya faydalı olabilir.

Bu tefsirin yazılışının orijinal ve kerâmetvârî bir sebebi vardır. Şöyle ki: Tabresî’ye ani bir hâl vaki olup kalp krizi geçirir. O’nu öldü zannederler ve yıkayıp, kefenleyip cenâze namazını kıldıktan sonra defnederler..

Bir müddet sonra bu halinden uyanıp kendine geldiğinde kendisini hiçbir çıkış yolu olmayan kabrinin içinde olduğunu fark eder. Ürperip korkan ve bu halden kurtulmak isteyen Tabresî; “Eğer bu belâdan kurtulursam bir Kur’an tefsiri yazacağım.” Diyerek adak yapar..

Bu sıralarda ise bazı kefen soyuculardan biri henüz yeni defnedilen Tabresî’nin kefenini soymaya niyetlenmiştir. Kefen soyucu, kabri açtığında Tabresî’nin canlı olduğunu ve kendisiyle konuştuğunu görünce korku ve dehşete düşer.

Tabresî; kefen soyucuya “Korkma, ben ölü değilim, canlıyım. Her halde ben kalp krizi geçirdim ki beni öldü zannedip gömdüler.” Der. Ancak Tabresî biraz kalmış olduğu kabirde açlık ve susuzluktan bitkin düştüğü ve çok zayıf olduğu için ne ayağa kalkabiliyor ne de yürüyebiliyordu.

Kabirden Tabresî’yi çıkaran kefen soyucu O’nu sırtına aldığıyla evine kadar götürür ve O’na yiyecek bir şeyler verir.. Yaşadığı bu garip ve ibretli hadise karşısında kefen soyucu hırsız, şeyhin eliyle hidâyete erip tövbe eder.. Bundan sonra ise Tabresî kabir içinde yaptığı adağı yerine getirmek üzere çalışmalarına başlar ve bu muhteşem tefsiri “Mecmau’l- Beyân”ı yazmaya başlar.. (1)


(1) İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi (Ankara-1996), 1/441-446; ez-Zehebî, et-Tefsir Ve’l-Müfessirûn, 2/73-73.