DR. MURAT ERGÜVEN
El–­­Cezerî’nin Robotları

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

EL–­­CEZERÎ’NİN ROBOTLARI

İslâm öncesinde ilkel robotlar yapılmışsa da ilk çeşitli gelişmiş robotları Müslüman mekanistler icâd etmiştir.

En önemli robotlar ise el–Cezerî (?–1206?) tarafından yapılmıştır. Müslüman Türk mühendisi olan El–Cezerî’nin künyesiyle birlikte tam adı Bedî’uz–Zamân (zamanın en iyisi) Ebû’l İzz İsmâil b. Rezzâz el–Cezerî’dir. 13. asırda Diyarbakır (eski adı Kara Amid)’da Artukoğulları (1101–1409) sarayında 25 yıl reisü–l amal (başmühendis) olarak ilmî çalışmalar yapmıştır.

El–Cezerî, haberleşme, kontrol, denge kurma ve ayarlama yani otomatik (insan müdahalesi olmadan çalışmayı sağlayan) kontrol sistemleri ilmi olan “sibernetiğin” kurucularındandır. Ve İslâm âleminin hatta dünyanın en büyük “mekanist” ve teknikçilerindendir. Batılı bilim adamları da el–Cezerî’nin 13. Asırda mühendisliğin zirvesinde olduğunu kabul etmektedirler.

Bilindiği üzere ev kalorifer sistemleri, termostatlı (ısı ayarlı) elektrik sobaları, çamaşır ve bulaşık makineleri, akıllı fırınlar, çeşitli elektronik aletler, otomatik pilot sistemleri, endüstriyel işlemler ve imâlat teknolojileri ve benzerlerinin hepsinde otomatik kontrol sistemleri (mikro işlemci) kullanılmaktadır.

Büyük bilgin el–Cezerî, karşılıklı etkide bulunma sistemini uygulayarak daha üstün denge kurma (mikro işlemci) sistemini başarmıştır. Bir çeşit otomat olan regülatör/düzenleyici sistemini de ilk defa kullanan el–Cezerî’dir.

Cezerî, altı bölümden oluşan “Sibernetikte Denge Durumu” veya “Elektronikteki Ayarlama Sistemleri” gibi konuları işleyen “Kitâb Fî Marifeti’l-Hiyeli’l-Hendesiyye” adlı mekanik kitabını 1205’te Emir Nasuriddîn’e arz etmiştir.

İcatlarıyla asırlarca sonra bile hâlâ hayranlık uyandıran büyük mühendis el-Cezerî, bu kitapta su saatleri ve kandil saatleri, ziyafetlerde kullanılan kaplar ve sürâhiler, el yıkamak ve kan almak için kullanılan aletler, fıskiyeler ve mekanik hareket eden (otomatik) müzik kutuları, su pompalayan makineler ve muhtelif saray hizmeti gören makinelerden şifreli kilitlere kadar pek çok ve çeşitli robotlardan bahsetmektedir. Ve her makinenin şekli renkli çizilip çalışmaları ayrıntılı olarak izâh edilmiştir.

İşte size otomatik bir su saati.. 24 kapısı var ve bu kapıların ardında ise değişik sesle öten kuşlar.. Her saat başı üst kapıdan bir adam çıkıp başka bir kapıya dokunur dokunmaz kapıdan bir kuş çıkıp saatin kaç olduğunu söylüyor. Dahası saat kaçsa alttaki tabağa ağzından bilye atıp sesini uzaktan bile duyuruyor. Hatta gündüz saate bakan biri güneşin ufukta o saatteki durumunu görebilir. Bazen de saati davul, zurna ve zil çalan adamlar çıkıp söylüyor..

Su veren robot fil, ağzından meşrubat akıtan tavus kuşu, isteğe göre sıcak ya da soğuk meşrubat veren robotlar, saat bildirip kürek çeken robotlu kayıklar, padişah için yapılmış bir elinde ibrik bir elinde havlu bulunan abdest robotu, alınan kan miktarını gösteren kan alma robotu Cezerî’nin yapıp işlettiği ve kitabına yazdığı makinalardan bazılarıdır.

Cezerî’nin kitabı daha Türkçeye bile çevrilmemişken eserin bazı bölümleri Almancaya daha sonra da tamamı İngilizceye çevrilmiştir. Dünyada 11 nüshası bulunan bu kitabın Topkapı Sarayı Kütüphanesindeki nüshasından 1990’da Kültür Bakanlığı tarafından Arapça tıpkıbasımı yapılmıştır.

Cezerî’nin, batılı bilim adamlarının da kabul ettiği Avrupa mühendislik terminolojisine giren buluşlarından, konik supapları (vana), segmant dişlileri, krank mili, tekerleklerin balansı ve benzerlerini Avrupa yüzyıllar sonra âdeta yeniden keşfedercesine bunların mucidlerini kendileri saymaktadırlar.

Fransızlar sibernetiğin Descartes (Ö.1650) ve Pascall’a (Ö.1662); Almanlar, Leibniz’le (Ö.1716); İngilizler ise Bacon (Ö. 1292) ile başladığını söylemektedirler.

Cezerî’nin bilgilerine gerekli ilgi zamanında gösterilip, çalışmalar yapılsaydı bugün elektronik beyin (mikro işlemci), kompüter teknolojisi ve otomasyon sistemleri gibi bilimsel gelişmelerin öncüleri Türkler olurlardı.

Maalesef bu ve bunun gibi birçok bilginimize bizim hiç göstermediğimiz ilgi ve alâkayı batılılar göstermiş; onlardan faydalanıp ilerleme yolunda kullanmışlardır. (1)

_________________________________________________________________________________

  • (1) Yeni Rehber Ansiklopedisi (İstanbul–1994), 4/345-346; 18/12-13; Sadettin Ökten, İslâm Ansiklopedisi, Cezerî, İsmâil b. Rezzâz (TDV/İstanbul-1993), 505-506; Şaban Döğen, Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi (İstanbul-1992), 1/237-259; Mahmut Karabaş, Müsbet İlimlerde Müslüman Âlimler (Ankara-1991), 335-339.
Fenarî’nin Rüyası Ve Gözlerinin Şifası

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

FENARÎ’NİN RÜYASI VE GÖZLERİNİN ŞİFASI

Molla Fenarî namıyla meşhur Şemseddin Muhammed b. Hamza el-Fenarî, (1350–1430) birçok ilim dalında tanınmış bir âlimdi. Müderrislik, kadılık, müftülük de yapmış olan Molla Fenarî, Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyh’ül-İslâmı’dır.

Büyük âlim, dinî ilimlerinin yanı sıra fen bilimlerini de tahsil edip, kendini yetiştirdi. Böylece dinî ve fennî bilimlerde zirvedeki yerini aldı. Tasavvuf marifetlerini ise babasından ve Somuncu Baba diye tanınmış büyük velî şeyh Hamideddin-i Kayserî’den elde etmiştir.

Molla Fenarî, çeşitli mevzularda yüzden fazla eser yazmıştır. Bunlardan en kıymetlileri; fıkıh usûlüne dair iki ciltlik “Füsûlü’l- Bedayi” otuz senede tamamlanmıştır. İsâ Gûcî şerhi ise mantık ilmine dair değerli bir şerh olup, bir günde şerh edilmiştir. Bu felsefe kitabı son zamanlara kadar Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Fenarî hazretleri, Bursa kadılığı sırasında bir mahkemede Yıldırım Bayezid Han’ın şahidliğini, cemaatle namaz kılmıyor diye kabul etmemiştir. Bundan sonra Yıldırım Bayezid sarayın önüne bir cami yaptırmış ve cemaati bir daha terk etmemiştir.

Molla Fenarî, Yıldırım Bayezid Han ve Çelebi Mehmed Han zamanında pek çok âlim yetiştirmiştir. Şöhreti her tarafa yayılan Molla Fenarî’ye devlet büyükleri ve âlimler de hizmet ve itibar ederlerdi. Sultan II. Murad Han’ın da iltifat ve teveccühüne mazhar olan Molla Fenarî, yine O’nun zamanında (1424) Şeyh’ül-İslâm olmuştur.

Molla Fenarî, Bursa manastır medresesinde müderris (ders okutmanı-profesör) iken aynı zamanda kadılık (hukuk işlerini yürüten-hâkim) ve müftülük (fetva verme makamı) yapmıştır. Bunların yanı sıra nafakasını “kazzazlık”  (ipek iplikçiliği) yaparak sağlayan Fenarî, kazancının çoğunu da hayır hasenata harcardı. Fenarî böylece birçok hayır müessesesi yaptırmış, vefatında ise on bin ciltten fazla kitap bırakmıştır.

Ömrünün sonlarına doğru Molla Fenarî’nin gözlerine perde inip (katarakt) görmez olmuştu.

Bu hadise hakkındaki rivayet şöyledir:

Fenarî hazretleri, hadis olarak rivâyet edilen; “Toprak âlimlerin etini yemez.” Haberini duyduğunda tereddüde düşer ve bu haberin doğruluğunu araştırmak için otuz yıl önce vefat eden hocası Alâeddin Esved Hazretlerinin (Ö. 1397) mezarını açtırıp cesedine bakar. Ve cesedin daha yeni konulmuş gibi olup, hiç bozulmadığını görür.

İçine düştüğü şüpheden arınmış olarak mezarlıktan ayrılırken gaibden bir ses şöyle dua eder: “Gönlün kanâat etimi? Gözünün feri sönesice!” Fenarî’nin gözlerine hemen o anda perde iner ve gözleri görmez olur.

Bu hadiseden sonra Fenarî, bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz SAV’i görür.. Resûlullah Efendimiz O’na : “Tâhâ Suresi’ni tefsir eyle buyururlar. Molla Fenarî: “Ya Resûlullah! Yüce huzurunuzda Kur’an-ı Kerîm’i tefsir etmeye kudretim olmadığı gibi gözlerim de görmüyor.” Der. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, kaftanının cebinden bir parça pamuk çıkarır ve mübarek tükürüğü ile ıslatıp Fenarî’nin gözlerinin üzerine koyar.

Molla Fenarî, uyandığında rüyasında Peygamber Efendimiz tarafından gözlerinin üzerine konulmuş olan pamuğun hâlâ gözlerinin üzerinde olduğunu fark eder. Gözlerinden pamuğu aldığında artık gözleri açılmış ve yeniden görmeye başlamıştır..

Fenarî hazretleri bu pamuğu saklamış ve vefat ettiğinde gözlerinin üzerine konulmasını istemiştir. Vefatında ise bu vasiyeti yerine getirilmiştir. İhtiyar molla, bu halin şükrünü eda etmek için çok yaşlı olduğu halde ikinci defa hacca gitmiş ve hac dönüşünde de vefat etmiştir. (Allah rahmet eylesin. Âmin) (1)

_____________________________________________________________________________

(1) Mecidî Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-Şakâik (İstanbul1989), 47–51; Şemseddîn Sâmî, Kamusu’l-A’lâm (İstanbul–1314), 5/3436–3437; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri (İstanbul–1972), 1/313–314.

Gazi-İ Mutlak İdi Şehid-İ Muhakkak Oldu

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

SULTAN MURÂD, GAZİ-İ MUTLAK İDİ ŞEHİD-İ MUHAKKAK OLDU

Tarihte Gazi Hünkâr ve Murâd Hüdâvendigâr diye bilinen III. Osmanlı Sultanı I. Murâd Han (1326-1389), askerî dehâ sahibi büyük bir hükümdardı. Yorulmak nedir bilmeyen bir savaşçı ve aynı zamanda adil bir devlet adamı olan Murâd Han Gazi, otuz yıllık padişahlı süresince zaferden zafere koşmuş ve katıldığı 37 muharebenin hiçbirinde asla mağlup olmamıştır.

Sultan Murâd; azmi, kuvveti, iradesi, vakar ve ciddiyeti, halkına karşı merhameti ve samimiyetiyle hüdâperest bir sultandı. Anadolu ve Rumeli fetihleriyle Osmanlı Devleti’nin süratle büyümesini sağlamış, adlî, malî ve askerî alanlarda esaslı bir devlet teşkilatı kurarak devletin imparatorluk temellerini atmıştır. Teşkilatlanmanın ve fetihlerin yanı sıra imar ve kültüre de önem veren Sultan I. Murâd; camii, medrese, imaret, han ve kaplıca gibi birçok eserler yaptırmıştır.

Kosova Meydan Muharebesinde başkumandanlık eden Murâd Han Gazi; bu harpteki büyük zaferi temin edip, onu gördükten sonra gözlerini hayata kapamıştır.

İşte Sultan Murâd’ın bu Kosova Zaferi, Osmanlıların Balkanlara kesin olarak yerleşerek hâkimiyetlerini pekiştirip asırlarca (beş buçuk asır) Balkanların mukadderâtını tayin ettiği fevkalâde önemli bir muharebedir.

Osmanlının Avrupa kıtasındaki hızlı ilerleyişi karşısında Balkanlardaki Hıristiyan devletleri bir haçlı birliği oluşturarak Osmanlı kuvvetlerini Ploşnik’te bozguna uğratmışlardı. Bundan cesaret alan Balkan devletleri “Hıristiyan dünyasının öteden beri yenilmez olarak düşündükleri Türklerin de yenilebileceğine inanarak” Türkleri Balkanlar’dan atmak için Sırp Kıralı Lazar komutasında büyük bir haçlı ordusu oluşturdular.

Sultan Murâd da derhal hazırlık yapıp 50-60 bin kişilik bir orduyla Sırbistan üzerine yürüdü. İki ordu Üsküp ve Piriştina arasındaki Kosova Meydanında karşılaştılar. Düşman ordusu Osmanlı ordusundan birkaç misli kalabalıktı. Ayrıca düşman ordusunun bulunduğu taraftan esen şiddetli rüzgâr ortalığı toz duman içinde bırakıyor, Osmanlı ordusunun görüş ve hareketini engelliyordu.

İşin zorluğunu gören Sultan Murâd, muharebe öncesi gece yarısından sonra hacet namazını kılıp, cân-ı gönülden Yüce Yaradan’ına şöyle yakardı:

“İlâhi Yarabbi, bunca kere duamı kabul edip beni mahrum etmedin. Bu duamı da kabul eyle! Bir yağmur verip bu karanlığı ve tozu dumanı def eyle.. Sen benim fikrimi ve esrarımı bilirsin, buraya mal mülk için gelmedim. Sadece senin rızanı istiyorum Ya rab!  Yeter ki bu mü’minleri küffar elinde mağlup edip, helâk eyleme! Askerlerini Mansur ve muzaffer eyle.. Bunlar için canımı kurban ederim, tek sen kabûl eyle Evvel gazi kıldın, ahir şehid eyle.”

Gazi hünkârın bu samimi duasından sonra yağmur yağdı. Fırtına dinip toz duman çöktü ve görüş mesafesi açıldı. Sabah başlayıp sekiz saat süren meydan muharebesinin sonunda haçlı ordusu tamamen imha edilmiş oldu.

Murâd Hüdâvendigâr, harbin bitmesine rağmen şehid olamayışını garipsemiş ve bu durum O’nu  biraz düşündürmüştü.. İşte padişah bu ahvâl içinde savaş meydanında dolaşırken yaralılar arasından Miloş adında bir Sırp asilzâdesi çıkageldi. Padişaha önemli bir şey söylemek istercesine yaklaşıp, yanında sakladığı zehirli hançerini padişahın göğsüne saplayıverdi. Kaçmak isterken derhâl yakalanıp parça parça edildi.

Gazi hünkâr ise iki saat sonra şehâdet şerbetini içmişti. Yaradılışı yüce padişahın yalvarıp yakardığı o gece belirttiği duaların tümü kabul olundu. Sultan Murâd Han, gazi-i mutlak idi, şehid-i muhakkak oldu. (1)

_____________________________________________________________________________________

(1) Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan Nümâ (Ankara-1987), 1/285-305; Hoca Saadeddîn Efendi, Tâcu’t-Tevarih (Ankara-1992), 1/174-188; Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi (İstanbul-1983), 2/296-302; Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi (İstanbul-1992), 1/185-192; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi (Ankara-1988), 1/252-260; Ağaç Yayınları, Osmanlı Ansiklopedisi, 1/126-131; Yeni Rehber Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, Murâd Han (İstanbul-1994), 14/370-373.