DR. MURAT ERGÜVEN
Koca Müftü Kemaleddin Efendi

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

GEREDELİ KOCA MÜFTÜ AHMED KEMALEDDİN EFENDİ

Kemaleddin Efendi, 1885 yılında Gerede’de dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlarda annesini kaybederek öksüz kalmıştır. Babası Hacı Emin Efendi’den ilim tahsil eden Kemaleddin Efendi, bir yandan da medresede babasına yardımcı olmuştur. Hacı Emin Efendi ölünceye kadar kendisinden ilim tahsiline devam etmiştir.

 Babasının ölümü üzerine Gerede’den ayrılıp İstanbul’a giden Kemaleddin Efendi, medrese eğitimini İstanbul’da tamamlamıştır. İstanbul’da Fatih Medresesi’nde başta fıkıh, fıkıh usulü ve kıraat olmak üzere diğer medrese ilimlerinden icazet aldıktan sonra Gerede’ye dönmüştür. Zamanla babasının talebe yetiştirdiği medresede babasının ölümüyle boşalan müderrisliğe geçip burada talebe yetiştirmeye başladı.

Kemaleddin Efendi burada talebe yetiştirmeye devam ederken,  1945 yılında Gerede Müftüsü Ali Rıza Ünlü Hoca’nın vefatı üzerine, Gerede Müftülüğü’ne tayin oldu. Müftülüğü döneminde hevesli ve gayretli birçok ilim meraklısına kendi kütüphanesinde Arapça ve fıkıh dersleri verdi. Yirmi üç yılı aşkın Gerede Müftülüğü yapan Kemaleddin Efendi, halkın büyük takdir ve beğenisini kazanarak, “Koca Müftü” lakabıyla gönüllerde taht kurdu.

Gerede Müftülüğü görevini yürütmekte iken 1968 yılında emekli olan Koca Müftü, emeklilik yıllarında zamanının çoğunu kendisini ziyarete gelenlere ayırarak onlara sohbetler yaptı. Hayatını ilme adayan Koca Müftü,  Ahmed Kemaleddin Efendi, 29 Ekim 1979 yılında Rahmet- i Rahman’a kavuştu.

Bütün harcamalarını planlı bir şekilde yapan Koca Müftü, israftan nefret eder ve hayatında denk bütçeyi çok iyi uygulardı. Çok hünerli bir insan olan Kemaleddin Efendi, gençlik yıllarında ayakkabı kalıbı ve cilt işleriyle uğraşmıştır. Dînî hizmet veren insanların zekât ve sadakaya muhtaç olamaması için kesinlikle ellerinden bir iş gelmesi gerektiğine inanırdı.

Hediyeleşme, mektuplaşma ve tebrikleşmeye çok önem veren Koca Müftü, kendisine gelen mektuplara mutlaka cevabî mektup gönderirdi. Arkadaş ve dostlarıyla mektuplaştığı gibi ilim ehli ile de mektuplaşırdı.  İlmî konularda tereddüte düştüğünde Ömer Nasuhî Bilmen, Ahmet Hamdi Akseki gibi âlim hoca efendilerle de mektuplaştığı olmuştur.

İlimden hoşlandığı gibi şiirden de hoşlanan Hoca Efendi’nin Arapça ve Farsça Allah sevgisini işleyen şiirleri vardır.  Yazısı çok güzel olan Koca Müftü, hat çalışmaları da yapmıştır.  Çok iyi derecede Arapça ve Farsça bilen Koca Müftü askere gittiğinde komutanından Fransızca da öğrenmiştir.

Yöre halkı tarafından çok sevilen, sayılan ve hürmet edilen bir zât olduğundan, düğün, dernek, toplantı ve sohbetlere mutlaka davete edilirdi. Koca Müftü, davetlere mümkün mertebe icabet etmeye çalışır, eğer davete gidemezse hediye gönderirdi.

Yöre halkı tarafından tanındığı kadar ülke genelinden de seveni, tanıyanı çoktu. Bu yüzden kapısı yirmi dört saat ziyaretçilere açıktı. Zaman zaman ülkenin tanınmış simalarından da Koca Müftü ile görüşmeye gelenler olduğu bilinmektedir. Resmî görevinin haricinde özel olarak verdiği derslerde 70 civarında değerli hocaefendi yetiştirmiştir.

Koca Müftü, talebelerine karşı çok nazik ve anlayışlı davranır; onlara olan sevgisinden ve onların ilme olan heveslerinden dolayı karşılarında edepli otururdu. Eğitiminde talebelerin kabiliyetini, zekâ düzeylerini ve kapasitelerini ön plana alarak seviyeyi düzenleyen Koca Müftü, zekî ve ilim meraklısı talebeleri iyi takip ederdi.

Talebelerinden bazıları şunlardır; Ekrem Doğanay Hocaefendi (Allah Rahmet eylesin), oğlu Habibullah Efendi (Allah Rahmet eylesin), Ömer Cevahircioğlu Hocaefendi, Şeref Danışman Hocaefendi. Gayet onurlu ve kimseye boyun eğmeyen kişiliği ile bilinen Koca Müftü bütün hayatını, insanlara doğru yolu göstermeye, insanları irşâd etmeye, insanlara Allah’ın emir ve yasaklarını anlatarak Allah’a iyi bir kul olma bilincini aşılamaya adamıştır.

Koca Müftü, müderris olarak çalıştığı yıllar, ardından yaklaşık 20 yıllık vaizlik ve 23 yıllık müftülük yılları da dâhil olmak üzere hayatını insanları irşâd etmekle, dini yaşanılır kılmaya çalışmakla geçirmiştir.

Eserleri:

Kemaleddin Efendi’nin iki önemli eseri mevcuttur.  Temel dinî bilgiler kitabı da diyebileceğimiz “54 Farz Şerhi” adlı kitabı, bir diğeri de “İmân Düşmanı Kırk Afet” adlı kitabıdır. 54 Farz kitabı Bedir Yayınevi ile anlaşmalı olarak Emin Otomotiv tarafından ve Hacegân Yayınları tarafından basılmıştır.(1)


(1) M. Kemâl Üstün, Koca Müftü/ Ahmed Kemaleddin Üstün, Gerede Gerkav Bülteni, 5. Sayı, Mayıs 2000,Yücel Ofset Tesisleri Ankara s. 35.

Hacı Emin Efendi

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

HACI EMİN EFENDİ

Hacı Emin Efendi, (H.1246-M.1830/ H.1328-M.1910) Gerede ulemasından, son devir Osmanlı âlim ve müderrislerindendir.

İlçemizin Çoğullu köyünde dünyaya gelen Emin Efendi’nin soyu aslen Dörtdivan Tekke Köyü’nde medfun bulunan Ümmi Kemâl Hazretleri’ne dayanmaktadır. Ancak kaçıncı nesil torunu olduğu bilinmemektedir. Kemaleddin Efendi oğullarından olan Hacı Emin Efendi’nin babası Hâkim, Kadı Mehmed Kemâl Efendi, onun babası ulemadan Hasan Siyretî Efendi, onun babası Hâkim, Naib Abdüsselâm Efendi, onun da babası Şeyh Abdullah Efendi’dir.

Büyük dedesi Şeyh Abdullah Efendi, imamlık yapmak üzere geldiği Çoğullu Köyü’nde yerleşmiştir. Emin Efendi ise, küçük yaşlarda köyde imamlık yapan hocalardan dinî temel dersleri okumuş, daha sonraları da on sekiz yaşlarına kadar kadılık (hâkimlik) görevinde bulunan babası Kemâl Efendi’nin yanında ondan özel dersler almıştır.

Yüksek bir ruha sahip olan Emin Efendi, çocuk yaşlarda iken Peygamber Efendimiz (sav)’i ve Hz Ebû Bekir’i rüyasında görür. Evlerine gelen Hz Peygamber’i merdiven başında karşılarken, Hz Peygamber biraz durarak arkasındaki Hz Ebû Bekir’e buyururlar ki; çocuğa ver. Hz Ebû Bekir de, süt gibi beyaz ve tatlı olan bu şerbeti küçük Emin’e verir, o da alıp içer. Ondan sonra Yazıcı Zade Muhammed Efendi’nin “Muhammediyye” isimli meşhur eserini devamlı okur olmuş.

Emin Efendi, erken yaşta kısa bir memuriyet hayatı da geçirmiştir. Babası hâkim Kemal Efendi, Kastamonu’nun Araç kazasına tayin olduğu sıralarda hasta olduğundan hastalığı iyileşinceye kadar vekâlet ile idare edilmesi bildirmek için oraya on sekiz yaşındaki Emin’i gönderir. Oranın idare amiri de yeterli görmüş olmalı ki, küçük Emin’i vekâleten göreve alır. Böylece hâkim babasının vefatına kadar üç ay vekâleten genç yaşta hâkimlik yapmıştır.

Babasının vefatından sonra müftü Sa’düddin Efendi’den tahsilini devam ettiren Emin Efendi, hocasının tavsiyesiyle Fatih Medresesine kaydolur. Değerli hocalardan dersler alır ve çok sevilen bir talebe olarak medreseden mezun olur.

Hacı Emin Efendi, ikinci haccında Medine’de Harem-i Şerif-i Nebevî’de iki gece kalarak Hz Peygamber (sav)’in ruhaniyetinden şefaat niyazında bulunmuş ve bu vesileyle ruhanî iltifata mazhar olmuştur. Bu aşk ve şevkle ilim irfan öğretmek üzere köyüne dönmüş ancak, şehir halkı şehir merkezinde bir ev ayarlayarak böyle değerli bir âlimi Gerede şehir merkezine getirmişlerdir.

Hacı Emin Efendi, önceleri dersleri ilk üstadı müftü Sa’düddin Efendi’nin medresesinde vermiştir. Sonraları talebenin artması üzerine akrabasından birisi, şu an Hacı Emin Efendi Camiin yanındaki eskiden Askerlik Şubesi olarak kullanılan binanın arazisine bir medrese, onun yanına da (şu an caminin hemen yanındaki yere) bir ev yapıvermiştir. Böylece Hacı Emin Efendi, bu Tabakhane Medresesi’nin uzun yıllar müderrisliğini yapmıştır.

Hacı Emin Efendi, zahirî ilimlerle meşgul olduğu gibi batînî ilimlerle de uğraşmış ve Nakşibendi Şeyhlerinden Mevlana Şeyh Ziyaüddin Halid-i Osmanî’nin halifelerinden feyz almıştır. Nakşibendî tarikatına mensub birçok salik (aynı yolda giden) yetiştirdiği gibi, Hacı Mahmud ve Hüseyin Efendi isminde iki de halife yetiştirmiştir.

Aynı zamanda ileri görüşlü, aydın bir fikir adamı olan Hacı Emin Efendi, siyasetle asla meşgul olmamış. Ama buna mukabil ilme muhabbeti, aşkı olan bir okuma sevdalısı ve kitap müptelası olduğundan vaktinin çoğunu kitaplarla geçirmiştir. Ve daima Cenab-ı Allah’tan faydalı ilim ve sâlih amel istemiştir.

Hayatı boyunca hiç kazaya namaz bırakmadığı gibi nafile namazlarla da çok meşgul olan Hacı Emin Efendi’nin namaz içinde ve namaz dışında da devamlı ağladığı görülürmüş fakat o bunu kimseye belli edip sezdirmek istemezmiş ama olay vaki olduğundan sezmemek mümkün olmazmış. Gerçek bir âbid, zâhid ve müttaki olan Hacı Emin Efendi, haramlardan, şüpheli şeylerden çok sakınır; güvenmediği hediye ve ziyafeti de kabul etmezmiş.

Hacı Emin Efendi’nin yayınlanmış eserleri de vardır. Bunlar; Hediyyetü’l-Kabir, Cevahirü’l Fatihati’ş-Şerîfe, Takvimü’s Sünne, Envarü’l-İslâm Miftah-u Darü’s-Selâm ve nasihatname gibi manzum olarak yazılmış Yâdigâr-ı Ahbab’dır.

On gün kadar süren hastalığının son günlerinde bir gün ömrü kaldığına işaret etmiş ve ertesi gün Rabîulevvel ayının yirmi ikisinde Pazar günü hicri takvime göre 1328 (M. 3 Nisan 1910) yılında fani hayata veda edip, ebedi hayata, Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur.

Hacı Emin Efendi, kendi adına inşa olunan bir medrese ve bir camii şerif ve o zaman için mükemmel sayılabilecek bir kütüphane bırakmıştır.

Şu an kabri doğduğu yer olan Çoğullu Köyü mezarlığındadır. İnsanlar şifa bulduklarını söyleyerek kabrin üzerinden devamlı toprak alırlar. Buna rağmen toprak hiç eksilmez, insanlar tarafından devamlı takviye edildiğinden bu işlem defaatle devam etmektedir. (1)


(1) Hacı Emin Efendi, Envârü’l İslâm Miftah-ı Darü’s Selâm (İslâm’ın Nurları-Cennetin Anahtarı), Ankara Nüve Matbaası, s.236 vds.

Âşık Dertli’nin Derdi Neydi?

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

ÂŞIK DERTLİ’NİN DERDİ NEYDİ?

Âşık Dertli, Şahnalar Köyünde doğup büyümüş varlıklı bir ailenin çocuğudur. Ne yazık ki; babası ile Çağa Âyanı(bir nevi kaymakam), Halil Ağa ile arasında bir anlaşmazlık vardır. Dertli (İbrahim)’nin babasının ölümünü fırsat bilen Halil Ağa, İbrahim’in elinden tarlası tabanı, malı mülkü, geçim sağlayacak nesi varsa hepsini alır ve ser sefil ortada bırakır.

Bu durum Dertli’nin yüreğine taş gibi oturmuştur. Evi, köyü, çoluk çocuğu her şeyi unutur, ama bu acıyı hayatının sonuna kadar asla unutmaz. Bu olay onun hayatının akışını değiştirir. Bundan sonra köyü terk eder; geçimini sağlamak için memleket hasretiyle, gurbet ellerde dolaşır. Bu başıboş, sorumsuz hayat onu derbeder eder.

Ahir ömründe Çağa âyanı olmuşken, Bilecik Gölpazarı’nda intihara kalkışmasının sebebi de yine eski âyanın marifeti ile “ÂYAN”lığın Dertli’nin elinden almasındandır. Zaten bu intihar olayından sonra İbrahim Lütfî, Dertli mahlasını kullanarak Âşık Dertli olmuştur. Bu yüzden âyan Dertli’nin hayatında çok önemli olumsuz bir yere sahiptir. Yani anlayacağınız hayatı buyunca âyanla başı derttedir.

Dertli’nin aynı zamanda Kadı ile de arası iyi değildir. Onunla da bahtı barışmaz veya kadının Dertli ile bahtı barışmaz desek daha doğru olur. Kadı derken, bu kadı Beypazarı Kadısı.. İçki içtiği, saz çal(masını kına)dığı ve özellikle de Bektaşî olduğu için Beypazarı Kadısı, Dertli’nin Beypazarı’na girmesini istememiş ve onu “Görünme gözüme bre Kızılbaş” diyerek hafife alıp aşağılayarak, halkı da kışkırtarak kasabadan kovmuştur.

Dertli, özellikle Beypazarı Kadısı’nın bu davranışına çok gücenmiş, kızmış, öfkelenmiş ve bir taşlama yazmıştır. Bu taşlama meşhur “Telli saz” taşlamasıdır. Bu şiir konu olduğu neredeyse bütün kitaplarda “Telli sazdır bunun adı / Ne âyet dinler ne Kadı” şeklinde “ÂYAN” yerine “ÂYET” olarak yanlış yazılmıştır (âyan yerine fetva yazan da var).

Dertli’nin bu taşlamayı yazmasının esas gayesi kendisini sefil bırakan ÂYAN’a olan hıncı ve kendini aşağılayıp, kovan KADI’ya olan öfkesidir. Dertli bu taşlamada kendine haksızlık etmiş olan bu iki devlet ricalini hedef almıştır. Her ikisi ile de kavgalı olduğu bu iki mülkî amirin yani ÂYAN ve KADI’nın burada arka arkaya zikredilmesi daha münasiptir.

Dertli, âyete dil uzatacak, alaya alacak, hicvedecek kadar cahil ve imansız bir insan değildir. Her ne kadar içki içse de, berduş olsa da, Bektaşi olsa da onun kültürü tekkelerde, tasavvuf ve ilim irfan meclislerinde olgunlaşmış; tabiri caizse mayası buralarda çalınmıştır. Şiirlerinde kullandığı dini motifler Dertli’nin inancının sağlamlığını ve aldığı kültürü gayet güzel bir şekilde gösterir.

Anlayacağınız baştan beri vurguladığım gibi Âşık Dertli’nin derdi ne ÂYET, ne de Kur-an’dı. Onun derdi kendine neredeyse bir ömür boyu çile çektiren ÂYAN ile ve kızılbaş diyen KADI ileydi. O yüzden Dertli bu şiirinde ÂYAN ile KADI’yı hicvedip taşlamıştır.

O zaman bu nasıl oldu da böyle anlaşıldı denecek olursa; Dertli dîvanı hakkında en kapsamlı, en ciddi araştırma ve çalışmaları yaparak gerekli düzeltmelerle birlikte o ânâ kadarki en güvenilir baskıyı yapan Ahmet Talat’a kulak vermemiz gerekiyor.

Ahmet Talat; “Muhtelif taşbasması nüshalardaki şiirler cahil hattatların pek çok tahrifine uğramıştır. Yazmalarda da aynı tahribat vuku bulmuştur. Bu hususta saz fasıllarında Derdli’nin kendi eserini okurken bazı düzeltmeler yaptığı da zan olunur…” diyor. Ve şöyle devam ediyor: “Bu yazma ve basma eserlerde fena bir hat, bozuk bir imlâ ve tahrife uğramış eserlerin düzeltilmiş şeklini meydana çıkarabilmekteki zorluğu ve karışıklığı bu işin erbabı bileceği için olması muhtemel noksan ve hataların insafla düzeltileceğini ümit ediyorum”.

Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere Dertli’nin dîvanı, zamanında çok hatalı basılmıştır. Düzeltilmesi ise pek zor ve uğraş istiyor. Hayatının son demlerinde bir fasılda şifahen söylenmiş olacak ki, bu şiir Dertli’nin dîvanında da yoktur. Ahmet Talat da Dertli’nin dîvanında olmadığı halde bazı şiirleri almış ama “Telli saz” şiiri burada da yok. Baskısı yapılmış olan dîvanda pek çok hata varsa; dîvanda olmayan, kitaba geçmemiş, ağızdan ağza ve kulaktan kulağa gelen bir şiirde âyan yerine âyet şeklinde hata yapılmış olabilir.

Yapılan bu hatalardan bir iki misal verelim. Dertli’nin çok meşhur bir şiiri vardır. Bu şiir bir kitapta(1); “Bir başıma kalsam şehe sultana kul olmam / Vîrân olası hânede evladü ıyal var” şeklinde yazılmışken, bir başka kitapta (2); “Bir başıma kalsam şehe sultana kul olmam / Vîrân kalası hânede evladü iyal var” şeklinde yazılmış, başka bir kitapta ise (3); “Tek başıma olsam şâha gedâya kul olmam / Vîrân olası hânede evlâd ü ıyâl var”  şeklinde yazılmıştır. Hadi diğer kelimeler neyse de (sultan) nere (gedâ/ dilenci) nere… Birbirine zıt iki kelime…

Yukarıda görüldüğü gibi meşhur, çok bilinen ve kitaba geçmiş şiirde bile bu kadar farklılık olabiliyorsa, “Telli Saz” şiirinde de hata olabileceği aşikârdır.

İncelediğim kitaplarda “Telli Saz” şiirinin de farklı şekillerde yazıldığını tespit ettim. Bir kitapta(4); “Telli sazdır bunun adı / Ne âyet dinler, ne kadı… Venedik’ten gelir teli / Ardıç ağacından kolu / Be Allah’ın şaşkın kulu / Şeytan bunun neresinde? / İçinde mi, dışında mı / Burgusunun başında mı / Göğsünün nakışında mı / Şeytan bunun neresinde?” şeklinde yazılmıştır (başka bir nüshada ise “Be Allah’ın sersem kulu” şeklinde yazılmış olduğu not düşülmüştür).

Başka bir kitapta ise(5); “Telli sazdır bunun adı / Ne fetva dinler, ne kadı… / Venedik’ten gelir teli / Ardıç ağacından dalı / Hey Allah’ın şaşkın kulu / Şeytan bunun neresinde? İçinde mi, dışında mı / Burgusunun ucunda mı / Göğsünün nakşında mı / Şeytan bunun neresinde?” şeklinde yazılmıştır. Buradaki örneklerden de anlaşılacağı üzere şiirlerdeki bazı kelimeler kitaba farklı şekillerde geçmiştir.

Benim üzerinde önemle durduğum konu ÂYAN yerine ÂYET yazıldığıdır. Mehmet Berberoğlu’nun kitabına aldığı “Telli saz” metninde yukarıda verdiğim gibi “ÂYAN” kelimesi yerine “FETVA” şeklinde yazılmıştır. O da bu durumun farkına varmış olacak ki buraya (âyet) yazmaya gönlü razı olmamış veya (fetva) şeklinde kullanımı var ki “Ne fetva dinler ne kadı” şeklinde kitaba almıştır.

Başka bir husus ise; İslâm yazısında rıka denen bir el yazısı vardır. Bu yazıda harflerin üzerine tek noktayı koyarken kalemin çekilmesiyle uzayan nokta ile çift noktayı yaparken bilerek noktanın uzatılmasıyla yapılan çizgi bazen birbirine karışır. Mesela (âyan) kelimesinin sonundaki (nun) harfinin üzerine konan nokta çizgi şeklinde olur, böylece bu iki nokta yerine kullanılan çizgi (te) harfinin üzerine konulan işarete benzer. Bu durumlar bazen kelimenin yanlış okunmasına sebep olur.

Talat’ın da ifade ettiği gibi “..şiirler cahil hattatların fena bir hat, bozuk bir imlâ ile pek çok tahrifine uğramış..” olup, bu yazıyı okuyanlar  okumaya aşina ve ehil değilse buradaki ayrıntıyı sezemeyerek ÂYAN kelimesini, ÂYET şeklinde okunmuş olabilirler. Bir de bizim bölgemizde âyan, âyen şeklinde telaffuz edilir. Bunu da göz ardı etmemek gerekir. Yani âyen şeklindeki söylenişi bozuk bir hatla ve yanlış bir telaffuzla kelime kaymasına uğrayarak âyet diye yazılıp söylenegelmiş olabilir.

Anlaşılan o ki; ÂYAN kelimesi ÂYET şeklinde pek fena bir hat ve bozuk bir imlâ ile tahrifat yapılarak yazıldığından maalesef yeni kitaplara da bu şekilde geçmiştir. Doğrusu ise  “Telli sazdır bunun adı / Ne âyan dinler, ne kadı” şeklinde olacaktır. İnşallah bizim bu yazımız bu yanlışın düzeltilmesine vesile olur..


(1) İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri (Ankara–2000), c.3 / s.1251; (2) Ahmed Talat Onay; Âşık Dertli – Hayatı, Divanı (Bolu -1928); (Osmanlıca) s.26; (3) Şemseddin Kutlu; Dertli, Kültür ve Turizm Bakanlığı (Ankara–1988); s.201; (4) Şemseddin Kutlu, age, s.163; (5) Mehmet Berberoğlu, Dertli (Bolu–1955)s.14.