DR. MURAT ERGÜVEN
Devlet İç Borçlanma Senetleri ile Nasıl Para Üretilir?

Dr. Murat Ergüven | Ekonomi & Finans 

DEVLET İÇ BORÇLANMA SENETLERİ İLE NASIL PARA ÜRETİLİR?

Türkiye’de devletin finansman ihtiyacı, ekonomik döngülerin doğal bir parçasıdır. Meselâ, ekonominin yavaşladığı bir dönemde Hazine’nin yeni altyapı projeleri, kamu maaşları veya sağlık harcamaları için acilen nakde ihtiyacı olabilir. Peki, devlet bu kaynağı nasıl bulur? İşte burada Devlet İç Borçlanma Senetleri (DİBS) devreye giriyor. DİBS’ler, devletin iç piyasadan borç alarak nakit üretmesini sağlayan temel bir finansman aracıdır. Ancak bu süreç, sadece borçlanmayla sınırlı kalmaz; Merkez Bankası’nın müdahaleleriyle para üretim mekanizmasına dönüşebilir. Bu makalede, DİBS’lerin nasıl çalıştığını, ekonomik etkilerini ve Merkez Bankası’nın bu döngüdeki rolünü adım adım inceleyeceğiz.

DİBS ile Para Üretim Süreci: Adım Adım Analiz

  1. Devletin Finansman İhtiyacı Ortaya Çıkıyor

Devletin topladığı vergi gelirleri, artan harcamaları karşılamaya yetmediğinde bütçe açığı büyür. Meselâ, yol yapımı, memur maaşları veya sağlık hizmetleri gibi kamu harcamaları bu açığı derinleştirebilir. Hazine, bu açığı kapatmak ve nakit ihtiyacını karşılamak için iç piyasadan borçlanmaya karar verir.

  1. Hazine, Devlet İç Borçlanma Senedi (DİBS) İhraç Ediyor

Hazine, belirli vadelerde (meselâ 2 yıl, 5 yıl) ve faiz oranlarıyla DİBS çıkarır. Bu senetler, genellikle Merkez Bankası aracılığıyla ihale yöntemiyle piyasaya sunulur. DİBS’ler, devletin iç piyasadan borç almasını ve böylece nakit üretmesini sağlayan bir finansman aracıdır. Aynı zamanda, yatırımcılar için güvenli bir portföy yatırımı olarak öne çıkar; bankalar bu senetleri teminat olarak da kullanabilir.

  1. Bankalar ve Yatırımcılar DİBS Satın Alıyor

Bankalar, bireysel yatırımcılar, emeklilik fonları ve sigorta şirketleri gibi aktörler bu senetleri satın alır. Karşılığında Hazine’ye nakit sağlarlar ve vade sonunda ana paranın yanı sıra faiz getirisi elde edeceklerini bilirler. Hazine ise bu nakdi kullanarak kamu harcamalarını finanse eder; meselâ, yeni bir otoyol projesi veya kamu maaş ödemeleri için bu kaynakları devreye sokar.

  1. Devlet Harcamalarıyla Para Ekonomiye Dahil Oluyor

Hazine’nin elde ettiği nakit, ekonomiye çeşitli yollarla geri döner. Yol inşaatları, kamu maaş ödemeleri veya mal/hizmet alımları gibi harcamalar yapılır. Bu harcamalar, piyasada talebi artırır ve ekonomik büyümeyi teşvik eder. Meselâ, bir altyapı projesi hem istihdam sağlar hem de ilgili sektörlerde hareketlilik meydana getirir.

  1. Vade Sonunda Devlet Ödemeyi Gerçekleştiriyor

DİBS’lerin vadesi geldiğinde, Hazine, senet sahiplerine ana parayı ve belirlenen faizi öder. Bu ödeme, yatırımcıların veya bankaların eline geçer ve böylece borçlanma döngüsü tamamlanmış olur.

Şekil 1: DİBS Para Yaratım Döngüsü

Hazine →DİBS ihraç →Bankalar
Bankalar →Fon aktarımı →Hazine
Bankalar →DİBS satışı →TCMB
TCMB →Para (rezerv) →Bankalar
Bankalar →Kredi →Reel Sektör
Reel Sektör →Harcamalar →Ekonomi

DİBS Döngüsünün Ekonomik Etkileri

Bu süreç, üç temel ekonomik etkiye sahiptir:

  • Kamunun Kaynak İhtiyacı Karşılanır: Devlet, acil nakit ihtiyacını gidererek kamu hizmetlerini ve projelerini finanse eder.
  • Sermaye Piyasaları Canlanır: DİBS’ler, yatırımcılar için güvenli bir getiri aracı olduğundan sermaye piyasalarında hareketlilik sağlar.
  • Ekonomiye Para Enjekte Edilir: Kamu harcamaları yoluyla piyasaya giren para, talebi artırır ve büyümeyi destekler.

Peki, bu “Para Basmak” mı?

Teknik olarak hayır, DİBS ihracı doğrudan para basmak değildir. Ancak, bu süreç dolaylı olarak piyasaya para sokar. Özellikle Merkez Bankası’nın DİBS piyasasındaki rolü, bu mekanizmayı para üretimine dönüştürebilir.

Merkez Bankası’nın DİBS Piyasasındaki Rolü

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), para politikasını uygularken DİBS’leri stratejik bir araç olarak kullanır. Hazine ile doğrudan birincil piyasada işlem yapması yasal olarak sınırlı olsa da ikincil piyasada gerçekleştirdiği işlemler para politikasında önemli bir rol oynar.

  • İkincil Piyasa DİBS Alımları: TCMB, bankaların elindeki DİBS’leri satın alabilir. Bu işlem sırasında bankalara rezerv para aktarılır. Merkez Bankası’nın bilançosunda DİBS varlık olarak yazılırken, karşılığında bastığı para bankaların rezervlerinde artış meydana getirir. Bu, para tabanının genişlemesine neden olur ve dolaylı bir para üretim etkisi doğurur. Meselâ, pandemi gibi kriz dönemlerinde TCMB’nin bu yöntemi kullanarak ekonomiye likidite sağladığı görülmüştür.
  • DİBS Teminatıyla Likidite Sağlama (Repo İşlemleri): Bankalar, kısa vadeli fon ihtiyaçları için ellerindeki DİBS’leri teminat göstererek TCMB’den likidite alır. Bu uygulama da dolaylı bir likidite üretimidir.

Para Üretimi ve Enflasyonist Etkiler

Merkez Bankası’nın DİBS alımları yoluyla likiditeyi artırması, genişlemeci para politikası işlevi görür. Ancak, bu tür para üretimi eğer üretimle desteklenmezse, uzun vadede enflasyonist baskı oluşturabilir.

Teorik Perspektif: Monetarist ve Keynesyen Yaklaşımlar

Bu noktada, DİBS alımlarının ekonomik etkilerini teorik bir çerçevede değerlendirmek faydalı olacaktır.

Monetarist görüşe göre, para arzındaki bu tür artışlar doğrudan fiyat seviyelerini etkiler. Eğer DİBS alımları sürekli ve ölçüsüz bir şekilde yapılırsa, hiperenflasyon gibi ciddi bir risk ortaya çıkabilir.

Keynesyen bakış açısı ise, bu tür müdahalelerin özellikle kriz dönemlerinde etkin talebi artırıcı ve istihdamı koruyucu etkilerini ön plana çıkarır. Dolayısıyla, bu mekanizma kısa vadede ekonomiyi canlandırmak için faydalı bir araç olabilir.

Likidite Senetleri: Piyasadaki Fazla Parayı Çekme Aracı

DİBS’ler para arzını dolaylı olarak artırırken, Merkez Bankası’nın elinde piyasadaki fazla likiditeyi çekmek için başka bir araç daha bulunur: Likidite Senetleri (LS). LS’ler, TCMB tarafından doğrudan ihraç edilen ve para politikası aracı olarak kullanılan kısa vadeli senetlerdir. Asıl amacı, piyasadaki fazla parayı sterilize ederek para arzını kontrol altında tutmaktır.

Likidite Senedi Nasıl Çalışır?

  • Meselâ, bankaların elinde fazla likidite var ve bu durum enflasyon baskısı meydana getiriyor. TCMB, piyasadan para çekmek için LS ihraç eder. Bankalar, bu senetleri satın alarak TCMB’ye para aktarır. Böylece piyasadaki fazla likidite TCMB’ye çekilmiş olur.
  • Gerçek Bir Senaryo: 2025’te Türkiye’de faiz oranlarının düşük olduğu bir dönemde, bankalar ellerindeki fazla nakdi kredi olarak piyasaya sunmuş ve bu durum talep enflasyonunu tetiklemişti. TCMB, 24 Mart 2025 tarihinde 30 gün vadeli ve 50 milyar TL nominal değerli likidite senedi ihracı için ihale açtı. İhaleye gelen 84,2 milyar TL’lik teklife karşılık, 18,4 milyar TL’lik kabul gerçekleşti. Ortalama basit faiz oranı %47,69, bileşik faiz oranı ise %59,65 olarak belirlendi. Bu ihale, TCMB’nin piyasadaki fazla likiditeyi çekme ve enflasyonist baskıları azaltma çabalarının bir parçasıdır.

Şekil 2: Likidite Senedi Para Çekim Süreci

TCMB →Likidite Senedi ihraç →Bankalar
Bankalar  →Fon aktarımı →TCMB
TCMB →Likidite çekimi →Para Arzı Azalır

DİBS ve Likidite Senedi Arasındaki Farklar

DİBS ve LS, her ne kadar senet yapısında olsalar da amaçları ve etkileri bakımından birbirinden oldukça farklıdır:

  • İhraççı Kurum: DİBS, Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından çıkarılırken; LS, doğrudan TCMB tarafından ihraç edilir.
  • Amaç: DİBS, devletin borçlanma ihtiyacını karşılamak için kullanılırken; LS, piyasadaki fazla likiditeyi çekerek (sterilizasyon) para arzını azaltmayı hedefler.
  • Vade ve Kullanım: DİBS’ler kısa, orta ve uzun vadeli olabilir ve halka açık bir yatırım aracıdır. LS ise genellikle kısa vadeli olup, bankalar arası işlemlerde kullanılır ve halka açık değildir.
  • Etkisi: DİBS, para arzını dolaylı olarak artırabilirken; LS, para arzını doğrudan azaltır.
  • Getiri: DİBS’ler faiz getirisi sunar ve yatırım aracıdır; LS’lerde ise faiz getirisi olabilir, ancak birincil amaç para politikası etkisidir.
  • Muhasebe Kaydı: DİBS’ler muhasebe kayıtlarında devlet borcu olarak yer alırken, LS’ler Merkez Bankası bilançosunda para arzını kontrol eden bir kalem olarak kaydedilir.

DİBS ve LS: Para Politikasında Bir Denge Oyunu

DİBS ve LS, para politikasında birbirini tamamlayan iki önemli araçtır. DİBS, devletin finansman ihtiyacını karşılayarak ekonomiye para enjekte ederken, LS piyasadaki fazla likiditeyi çekerek bu enjeksiyonun olası olumsuz etkilerini (meselâ enflasyon) dengeler. Bu iki mekanizma, adeta bir terazinin iki kefesi gibi çalışır: Biri para üretirken, diğeri para çeker.

Sonuç ve Değerlendirme

Devlet İç Borçlanma Senetleri, sadece bir borçlanma enstrümanı olmanın ötesine geçer; Merkez Bankası’nın stratejik müdahaleleriyle dolaylı bir para politikası aracına dönüşür. Bu süreç, para arzının genişlemesi ve ekonomik canlılığın desteklenmesi açısından önemli fırsatlar sunar. Ancak, dikkatli yönetilmediği takdirde, özellikle üretimle desteklenmeyen likidite artışları uzun vadede enflasyonist baskılar oluşturabilir.

Likidite Senetleri ise bu denklemin diğer ucunda yer alır. TCMB’nin para arzını kısma işlevi gören LS’ler, DİBS’lerin genişletici etkisini dengeleyerek makroekonomik istikrarı korumaya yardımcı olur. Meselâ, DİBS alımlarıyla piyasaya enjekte edilen paranın enflasyon riski doğurduğu bir senaryoda, LS’ler devreye girerek bu riski azaltır.
Sonuç olarak, DİBS ve LS arasındaki bu hassas denge hem akademik hem de politik açıdan sürekli izlenmesi gereken bir konudur. Modern ekonomilerde kamu finansmanı ve para politikası arasındaki bu etkileşim, ekonomik istikrarın sağlanmasında kritik bir rol oynar.

Palm Yağı Gerçeği ve Ticari Rekabetin Gölgesinde Kalan Bir Tartışma

Dr. Murat Ergüven | Ekonomi & Finans 

PALM YAĞI, GERÇEKLER VE TİCARİ REKABETİN GÖLGESİNDE KALAN BİR TARTIŞMA

Palm yağı, son yıllarda gıda, sağlık ve çevre tartışmalarının merkezinde yer alıyor. Kimileri onu sağlığa zararlı bir yağ olarak görürken, kimileri de küresel gıda piyasasındaki güçlü oyuncuların rekabeti nedeniyle hedef hâline getirilen, verimli bir bitkisel yağ olduğunu savunuyor.

Bu tartışmaların ardında ise küresel yağ endüstrisinin ekonomik çıkarları ve pazar payı savaşları yatıyor. Oysa doğru işlendiğinde palm yağı, diğer bitkisel yağlardan farklı değildir ve hatta bazı avantajlara sahiptir. Peki, bu kadar sert eleştirilmesinin sebebi ne?

Bu makalede, bilimsel veriler ışığında palm yağının sağlık üzerindeki etkilerini, küresel rekabetin rolünü ve ona yönelik sistematik karalama kampanyalarını ele alacağız. Palm yağı gerçekten zararlı mı, yoksa ticari rekabetin kurbanı mı?”

  1. Palm Yağının Besin Değeri, Sağlık Etkileri ve Küresel Rekabet

Palm yağı, son yıllarda hem sağlık hem de çevresel etkileri bakımından yoğun tartışmalara konu olan bir bitkisel yağdır. Kimileri onu sağlığa zararlı olarak nitelendirirken, kimileri de küresel gıda piyasasındaki rekabet nedeniyle hedef hâline getirilmiş verimli bir ürün olarak görmektedir. Ancak tartışmaların temelinde, küresel yağ endüstrisinin ekonomik çıkarları ve pazar savaşları yatmaktadır.

Palm yağı, Elaeis guineensis adlı palmiye ağacının meyvesinden elde edilir ve özellikle Endonezya ile Malezya gibi Güneydoğu Asya ülkelerinde üretilir. Küresel gıda sanayisinde yaygın olarak kullanılmasının başlıca sebepleri şunlardır:

  • Verimli üretim süreci: Aynı miktarda yağ elde etmek için diğer bitkisel yağlara kıyasla çok daha az tarım arazisine ihtiyaç duyar.
  • Düşük maliyet: Soya, kanola ve ayçiçek yağı gibi alternatiflere göre ekonomik bir seçenektir.
  • Dayanıklılık ve uzun raf ömrü: Oda sıcaklığında katı formda bulunması, gıdalarda trans yağ ihtiyacını ortadan kaldırır.
  • Çok yönlü kullanım: Gıda sektörünün yanı sıra kozmetik, biyoyakıt ve temizlik ürünlerinde de önemli bir hammadde olarak değerlendirilir.

Bu avantajlar, palm yağını dünya genelinde en fazla üretilen ve tüketilen bitkisel yağlardan biri hâline getirmiştir. Ancak bu noktada, palm yağına karşı çeşitli kampanyaların yürütüldüğü de gözlemlenmektedir.

  1. Palm Yağının Besin Değeri ve Sağlığa Etkileri

Doğal hâlinde beta-karoten (A vitamini), E vitamini (tokoferol) ve koenzim Q10 gibi güçlü antioksidanlar içeren palm yağı, trans yağ içermemesi ve ısıya dayanıklı olması nedeniyle sağlıklı bir alternatif olarak değerlendirilmektedir. İçeriğindeki doymuş yağ oranı yaklaşık %50 olup, bu oran hindistancevizi yağından (%82) ve hayvansal yağlardan (%60-65) daha düşüktür. Isıya dayanıklılığı sayesinde kızartmalarda daha stabil kalır ve trans yağ içermediği için sağlık açısından tercih edilebilir.

Ancak rafinasyon sürecinde yüksek sıcaklıklara maruz kalması, potansiyel olarak zararlı olabilecek glisidil esterler (GE) gibi bileşenlerin oluşumuna neden olabilir. Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA), rafine palm yağındaki GE seviyelerinin diğer yağlardan daha yüksek olduğunu belirtse de bu durum doğrudan tüketim miktarıyla ilişkilidir. Yani aşırı işlenmiş gıdalardan kaçınıldığında bu risk minimize edilebilir.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), doymuş yağ tüketiminin günlük enerjinin %10’undan az olmasını önerirken, ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) palm yağını “güvenli” olarak sınıflandırmaktadır. Kaldı ki palm yağı üzerine yapılan bazı bilimsel çalışmalar, doğru işlendiğinde sağlığa zarar vermek bir yana, içeriğindeki karotenoidler ve E vitamini sayesinde faydalı olabileceğini de göstermektedir.

Sonuç olarak, palm yağının sağlığa etkileri tamamen üretim ve işleme yöntemlerine bağlıdır. Ancak bu sağlık tartışmalarının, küresel ticari rekabetin bir parçası olup olmadığı sorusu da göz ardı edilmemelidir.

  1. Palm Yağı Neden Hedef Alınıyor?

Palm yağı, dünya genelinde en verimli bitkisel yağlardan biridir. Hektar başına 3 ila 8 kat daha fazla yağ üretmesi, özellikle soya, kanola ve ayçiçek yağı üreticileri için büyük bir rekabet unsuru hâline gelmektedir. Malezya ve Endonezya’nın dünya palm yağı üretiminin %85’ini kontrol etmesi ve bu ülkelerin Müslüman çoğunluklu olması, Batılı yağ lobilerinin ticari ve politik tepkisini artırmaktadır.

Palm yağına yönelik eleştirilerde dikkat çeken çifte standartlar bulunmaktadır. Meselâ, palm yağından daha yüksek oranda doymuş yağ (%82) içeren hindistancevizi yağı Batı’da “süper gıda” olarak pazarlanırken, palm yağı sağlığa zararlı olarak lanse edilmektedir. Benzer şekilde, palm yağı üretiminin çevresel etkileri yoğun şekilde eleştirilirken, soya tarımı ve avokado üretiminin neden olduğu orman tahribatı göz ardı edilmektedir.

Avrupa Birliği’nin palm yağı ithalatını kısıtlayan politikaları da çevresel kaygılar kisvesi altında yerli kanola ve ayçiçek yağı üreticilerini koruma amacı taşımaktadır. Oysa RSPO (Sürdürülebilir Palm Yağı Sertifikası) gibi girişimler, palm yağını tamamen yasaklamak yerine, etik üretimi teşvik edecek çözümler sunmaktadır.

  1. Karalama Kampanyalarının Perde Arkası

Palm yağı karşıtı medya kampanyaları ve çevreci örgütlerin söylemleri, büyük ölçüde Batılı yağ üreticilerinin finanse ettiği projelerden beslenmektedir. Meselâ, 2019 yılında ABD soya lobisi, palm yağına karşı 25 milyon dolarlık bir karalama kampanyası başlatmış olduğu iddia edilmektedir. Bu kampanyalar, palm yağı üretiminin ormansızlaşmaya etkisini vurgularken, aynı derecede zararlı olan soya ve mısır tarımı büyük ölçüde göz ardı edilmektedir.

Malezya ve Endonezya hükümetleri, bu saldırılara karşı uluslararası platformlarda tepkilerini dile getirmiştir. Malezya Başbakanı, “Palm yağına yönelik saldırılar, Müslüman ülkelerin ekonomik çıkarlarını hedef alıyor.” açıklamasında bulunmuştur. İslam İş birliği Teşkilatı (OIC) ise, palm yağına yönelik propagandaların “ekonomik İslamofobi” içerdiğini belirtmiştir.

  1. Ticari Rekabet ve Küresel Yağ Savaşları

Palm yağı üretimi büyük oranda Endonezya ve Malezya gibi Müslüman ülkelerin kontrolünde olup, bu durum küresel yağ piyasasında güçlü bir ekonomik blok oluşturmaktadır. Bu durum Batılı şirketler için büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

  • Palm yağı, düşük maliyetli ve yüksek verimli bir üretim sürecine sahip olduğundan, diğer bitkisel yağ üreticileri için büyük bir rekabet unsuru hâline gelmektedir.
  • Büyük çok uluslu şirketler, kendi ürünleri olan soya, kanola ve ayçiçek yağı gibi alternatifleri öne çıkarmak amacıyla palm yağını hedef alıyor olabilir.
  • Çevresel zararlar ve sağlık riskleri gibi argümanlarla yürütülen kampanyalar, genellikle Batılı medya kuruluşları tarafından yoğun şekilde desteklenmektedir.

2020 Dubai Gıda Fuarı’nda palm yağı üreticileriyle yaptığım görüşmeler, bu iddiaları doğrular nitelikteydi. Üreticiler, büyük şirketlerin palm yağını itibarsızlaştırmak için agresif pazarlama ve lobicilik faaliyetleri yürüttüğünü çünkü bu yağın küresel pazarda önemli bir alternatif sunduğunu ifade etmektedir.

  1. Palm Yağı Gerçekten Zararlı mı, Yoksa Küresel Rekabetin Kurbanı mı?

Palm yağı, doğru yöntemlerle üretildiğinde ve makul tüketildiğinde diğer bitkisel yağlardan farksızdır ve sanıldığı gibi bir sağlık tehdidi oluşturmamaktadır. Gerçek tehdit, palm yağının kendisi değil, küresel yağ lobilerinin piyasadaki hâkimiyetini koruma çabaları ve çifte standartlarıdır. Asıl mesele, bilimsel olmayan önyargılar ve ekonomik çıkar savaşlarıdır.

Eğer palm yağının çevresel etkileri veya sağlık üzerindeki olası zararları gerçekten büyük bir sorun olsaydı, sürdürülebilir ve sağlıklı üretim süreçleri teşvik edilerek sorun çözülebilirdi. Ancak, birçok büyük kurum palm yağına tamamen karşı bir duruş sergileyerek, bu yağın alternatiflerine yönlendirme yapmaktadır. Bu durum, konunun sadece sağlık ve çevre ile ilgili olmadığına, aynı zamanda küresel ticaretin de bir parçası olduğuna işaret etmektedir.

Sonuç olarak, palm yağına yönelik eleştiriler yalnızca sağlık ve çevresel kaygılarla değil, küresel ticaret dinamikleri ve ekonomik çıkarlarla da şekillenmektedir. Bu nedenle, sağlık üzerindeki etkileri konusunda kesin yargılara varmadan önce, palm yağının gerçekten zararlı olup olmadığı ile küresel rekabetin bir kurbanı olup olmadığı arasındaki ayrımı iyi yapmak gerekmektedir.

Palm yağına karşı yürütülen kampanyalar, çoğu zaman bilimsel verilerden ziyade ticari kaygılarla yönlendirilmektedir. Alternatif yağ üreticileri ve büyük gıda şirketleri, kendi pazarlarını korumak adına bu yağa yönelik olumsuz algıyı körükleyebilir. Bu yüzden, palm yağını tamamen reddetmek yerine, sürdürülebilir üretim süreçlerini teşvik etmek ve tüketiciyi bilimsel veriler ışığında doğru bilgilendirmek daha adil bir yaklaşım olacaktır.

Aksi takdirde, küresel gıda piyasasında belirli aktörlerin tekeline hizmet eden manipülatif kampanyaların etkisi altında kalabiliriz. Bu bağlamda, palm yağıyla ilgili değerlendirmeler yapılırken hem sağlık ve çevresel etkiler hem de küresel ticaret dengeleri göz önünde bulundurulmalıdır.

Yeşil Finans Yeni Bir Küresel Düzen Mi?

Dr. Murat Ergüven | Ekonomi & Finans  

YEŞİL FİNANS GERÇEK ÇEVRE KORUMA MI, YOKSA KÜRESEL BİR MANİPÜLASYON MU?

Son yıllarda dünya genelinde yeşil finans, sürdürülebilir enerji ve karbon azaltımı gibi konular giderek daha fazla gündeme gelmektedir. Ancak bu süreçlerin gerçekten çevreyi koruma amacı taşıyıp taşımadığı ya da arkasında farklı küresel çıkarların olup olmadığı önemli bir tartışma konusudur. Elektrikli araçlardan yenilenebilir enerji projelerine, karbon ticaretinden sürdürülebilir finans sistemlerine kadar birçok alanda yaşanan gelişmeler, özellikle Batı’nın ekonomik ve politik çıkarları ile birlikte ele alındığında farklı bir boyut kazanmaktadır.

Elektrikli Araçların Çevresel Gerçekleri

Elektrikli araçlar, karbon salınımını azaltma vaadiyle teşvik edilmekte ve birçok hükümet fosil yakıtlı araçları yasaklama yoluna gitmektedir. Ancak elektrikli araçların üretimi ve işletilmesi sürecinde ciddi çevresel zararlar söz konusudur:

  • Lityum ve Kobalt Madenciliği: Elektrikli araçların bataryalarında kullanılan lityum, kobalt ve nikel gibi metallerin çıkarılması büyük çevresel tahribata yol açmaktadır. Özellikle kobalt madenciliği, Afrika’daki insan hakları ihlalleri ve çevre kirliliğiyle gündeme gelmiştir.
  • Elektrik Üretimi: Elektrikli araçlar temiz enerji kullanıyormuş gibi gösterilse de şarj için gereken elektrik büyük ölçüde kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlardan elde edilmektedir. Bu da karbon salınımını dolaylı olarak artırmaktadır.
  • Batarya Geri Dönüşümü: Kullanılan bataryaların geri dönüşümü oldukça maliyetli ve çevreye zararlıdır. Henüz etkin bir geri dönüşüm süreci geliştirilmemiştir.

Petrolün ve Karbonun Ötekileştirilmesi

Petrol, sanayi devriminden itibaren küresel ekonominin en önemli enerji kaynağı olmuştur. Özellikle 20. yüzyılda petrol, sanayi üretimi, ulaştırma ve enerji üretimi açısından stratejik bir ürün haline gelmiş; bu durum, petrolü kontrol eden ülkelerin ve şirketlerin küresel ekonomide belirleyici aktörler olmasını sağlamıştır. Ancak son yıllarda, Batı’nın öncülüğünde petrol ve karbon bazlı yakıtların kullanımına karşı güçlü bir kampanya yürütülmektedir. Bu kampanyanın temelinde çeşitli ekonomik, politik ve stratejik nedenler bulunmaktadır.

1. Petrol Zengini Ülkelerin Gücünü Kırma

Petrol rezervlerinin büyük bir kısmı, Batı’nın politik olarak zıtlaştığı bölgelerde bulunmaktadır. Suudi Arabistan, İran, Irak, Venezuela, Rusya ve diğer Orta Doğu ülkeleri, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahiptir. Bu durum, Batı’nın enerji arz güvenliği açısından bu ülkelere bağımlı hale gelmesine yol açmıştır.

Meselâ, 1973 Petrol Krizi, OPEC’in (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) Batılı ülkelere karşı uyguladığı ambargo sonucunda ortaya çıkmış ve ABD başta olmak üzere Batı ekonomilerini derinden sarsmıştır. Bu kriz, Batılı ülkelerin enerji kaynaklarını çeşitlendirme çabalarını hızlandırmış ve alternatif enerji kaynaklarına yönelik çalışmaların temelini atmıştır.

Bugün ise, Batı’nın öncülüğünde yürütülen “yeşil enerji” dönüşümü, bu bağımlılığı ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Yenilenebilir enerji yatırımları ve elektrikli araçlara yönelik teşviklerle petrol tüketiminin düşürülmesi, petrol ihracatçısı ülkelerin ekonomik ve politik güçlerini zayıflatma amacı taşımaktadır. Meselâ, Venezuela’nın ABD tarafından uzun süredir ambargo altında tutulması ve İran’a yönelik ekonomik yaptırımlar, bu stratejinin bir parçası olarak değerlendirilebilir.

2. Yeni Ekonomik Düzen ve Yeşil Enerji Tekeli

Yeşil enerji dönüşümü, sadece çevresel kaygılarla değil, aynı zamanda küresel ekonomik düzeni yeniden şekillendirmek amacıyla da sürdürülmektedir. Batılı finans kuruluşları, büyük teknoloji firmaları ve hükümetler, yeşil enerji yatırımlarını agresif bir şekilde teşvik etmekte ve yenilenebilir enerji sektöründe tekel oluşturmaktadır.

Meselâ, Avrupa Birliği, 2050 yılına kadar karbon nötr olmayı hedefleyen Yeşil Mutabakat (Green Deal) kapsamında, fosil yakıtların aşamalı olarak devre dışı bırakılmasını planlamaktadır. Benzer şekilde, ABD’nin Yeşil Yeni Düzen (Green New Deal) politikaları, yenilenebilir enerjiye yapılan yatırımları artırarak Batılı şirketlerin bu alanda lider olmasını sağlamaktadır.

Gelişmekte olan ülkeler ise, bu dönüşüm karşısında Batı’ya bağımlı hale gelme riskiyle karşı karşıyadır. Yenilenebilir enerji teknolojilerinin büyük kısmı Batılı firmaların elinde bulunduğundan, enerji geçişi sürecinde gelişmekte olan ülkeler Batı menşeli teknolojiye, ekipmana ve finansmana bağımlı hale gelmektedir. Meselâ, Afrika ve Asya’daki pek çok ülke, güneş ve rüzgâr enerjisi projeleri için Batılı şirketlerden yüksek faizli krediler almak zorunda kalmaktadır. Bu durum, enerji bağımsızlığı sağlamaktan ziyade yeni bir ekonomik bağımlılık ilişkisi doğurmaktadır.

3. Karbon Kredileri ve Finansal Kontrol Mekanizması

Karbon piyasaları, Batı’nın küresel ekonomiyi kontrol etmek için geliştirdiği finansal mekanizmalardan biri olarak öne çıkmaktadır. Karbon kredisi sisteminde, ülkeler veya şirketler belirlenen karbon emisyonu limitlerini aşmaları durumunda ek karbon kredisi satın almak zorunda kalmaktadır. Bu kredilerin büyük kısmı, Batılı finans kuruluşları ve hükümetler tarafından kontrol edilmektedir.

Meselâ, Avrupa Birliği Emisyon Ticaret Sistemi (EU ETS), şirketlerin belirlenen karbon emisyon sınırları dahilinde faaliyet göstermesini zorunlu kılmaktadır. Emisyon sınırını aşan şirketler, “karbon kredisi” satın alarak faaliyetlerine devam edebilmektedir. Ancak bu krediler, büyük oranda gelişmiş ülkelerin finansal kurumları tarafından ihraç edilmekte ve yönetilmektedir.

Bu durum, gelişmekte olan ülkelerin karbon emisyonlarını azaltmaya yönelik maliyetli yatırımlar yapmasını zorunlu kılarken, zengin ülkelerin finansal üstünlüğünü pekiştirmektedir. Meselâ, Endonezya ve Brezilya gibi ülkeler, ormansızlaşmayı azaltma projeleri kapsamında Batılı fonlardan finansman almak zorunda kalmaktadır. Ancak bu fonlar, Batılı finans kuruluşlarının politik ve ekonomik çıkarlarına hizmet edecek şekilde yönlendirilmektedir.

Benzer şekilde, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları, gelişmekte olan ülkelere yeşil enerji projeleri için kredi sağlarken, bu kredileri Batılı firmalarla iş birliği yapma şartına bağlamaktadır. Bu durum, Batılı firmaların küresel enerji piyasasında tekel oluşturmasını ve gelişmekte olan ülkeleri finansal bağımlılığa sürüklemesini sağlamaktadır.

Petrol ve karbon bazlı yakıtların ötekileştirilmesi, sadece çevresel kaygılarla açıklanabilecek bir süreç değildir. Bu dönüşümün arkasında, Batı’nın küresel enerji piyasasını yeniden şekillendirme, enerji bağımsızlığını sağlama ve gelişmekte olan ülkeleri yeni ekonomik sistemlere bağımlı hale getirme stratejisi yatmaktadır. Yenilenebilir enerji ve karbon piyasaları gibi mekanizmalar, Batılı finans kuruluşlarının küresel ekonomideki hâkimiyetini artırırken, petrol zengini ülkelerin ekonomik ve politik gücünü kırmaya yönelik bir araç olarak kullanılmaktadır.

Bu nedenle, enerji dönüşümü sürecinde gelişmekte olan ülkelerin kendi enerji politikalarını bağımsız bir şekilde belirlemeleri ve yerli yenilenebilir enerji teknolojilerini geliştirmeleri büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde, fosil yakıtlardan kurtulma süreci, gelişmekte olan ülkeler için yeni bir bağımlılık ilişkisi doğurarak ekonomik ve politik açıdan daha büyük sorunlara yol açabilir.

Yeşil Finansın Aldatmacası

Yeşil finans, çevresel sürdürülebilirliği teşvik eden finansal sistemler olarak tanıtılmaktadır. Batılı hükümetler, finans kuruluşları ve uluslararası örgütler tarafından desteklenen bu sistem, yenilenebilir enerji projelerinden karbon piyasalarına kadar geniş bir yelpazeye sahiptir. Ancak, yeşil finansın gerçek doğası ve küresel ekonomi üzerindeki etkileri daha yakından incelendiğinde, bunun sadece bir çevre koruma girişimi olmadığı; aynı zamanda yeni bir ekonomik kontrol mekanizması oluşturma amacı taşıdığı görülmektedir. Bu sistemin üç temel boyutu öne çıkmaktadır:

1. Büyük Fonların ve Finans Kuruluşlarının Kontrolü

Yeşil projeler, çoğunlukla büyük küresel finans kuruluşları ve yatırım fonları tarafından finanse edilmektedir. Dünya Bankası, IMF, Avrupa Yatırım Bankası ve büyük özel bankalar, yeşil enerji ve sürdürülebilir kalkınma projeleri için milyarlarca dolarlık kredi sağlamaktadır. Ancak bu finansman, gelişmekte olan ülkelerin enerji bağımsızlığını desteklemek yerine, Batılı sermayeye bağımlı hale gelmelerine yol açmaktadır.

Örnekler:

  • Afrika’daki yenilenebilir enerji projeleri, Batılı finans kuruluşlarından alınan kredilerle yürütülmekte ve bu projelerin ekipmanları genellikle Batılı şirketler tarafından sağlanmaktadır. Böylece, gelişmekte olan ülkeler kendi teknolojilerini geliştirmek yerine dışa bağımlı hale gelmektedir.
  • Asya’da hidroelektrik ve rüzgâr enerjisi yatırımları, Çin’in de içinde bulunduğu büyük yatırım fonları tarafından finanse edilmekte ve bu yatırımların yönetimi büyük ölçüde dış kaynaklı şirketlere bırakılmaktadır.

Bu durum, gelişmekte olan ülkelerin enerji alanında söz sahibi olmasını engellemekte ve Batılı finans sistemine bağımlılıklarını artırmaktadır.

2. Karbon Vergileri ve Yeni Vergi Sistemleri

Yeşil finans politikaları, karbon salınımını azaltma bahanesiyle birçok yeni vergi ve ek mali yük getirmektedir. Hükümetler, yeşil dönüşümü teşvik etmek amacıyla karbon vergileri, emisyon ticareti sistemleri ve çeşitli çevresel düzenlemeler getirmektedir. Ancak bu vergiler ve gelirler doğrudan çevresel iyileştirmeye yönlendirilmemekte, daha çok devletlerin bütçe açığını kapatma ve finansal kuruluşların kâr elde etme mekanizmasına dönüşmektedir.

Örnekler:

  • Avrupa Birliği Emisyon Ticaret Sistemi (EU ETS), şirketlerin belirlenen karbon emisyon sınırlarını aşmaları durumunda karbon kredisi satın almalarını zorunlu kılmaktadır. Ancak bu krediler, büyük ölçüde finans kuruluşları tarafından yönetildiği için, çevresel bir faydadan çok finansal bir araç haline gelmiştir.
  • Elektrikli araç teşvikleri ve fosil yakıt vergileri, birçok ülkede halktan daha fazla vergi toplamak için kullanılmaktadır. Elektrikli araç üretiminde kullanılan lityum, kobalt ve nadir toprak elementleri büyük çevresel tahribata yol açmasına rağmen, bu sorunlar göz ardı edilerek fosil yakıtlar şeytanlaştırılmaktadır.

Sonuç olarak, karbon vergileri ve diğer yeşil finans mekanizmaları, geniş halk kesimlerinden gelir transferi sağlayarak, büyük finans kuruluşlarının ve devletlerin mali yapısını güçlendirmektedir.

3. Spekülatif Balon ve Finansal Manipülasyon

Yeşil finans piyasaları, özellikle karbon kredileri ve sürdürülebilir fonlar aracılığıyla büyük finansal spekülasyonlara açık hale gelmiştir. Bazı finansal kuruluşlar, yeşil finans projelerini spekülatif bir balon olarak kullanarak yüksek getirili fonlar oluşturmakta, ancak bu projelerin ekonomik sürdürülebilirliği uzun vadede sorgulanmaktadır.

Örnekler:

  • ABD’de elektrikli araç şirketlerine yapılan yatırımlar, 2020’li yıllarda büyük bir yükseliş göstermiş, ancak birçok şirketin finansal verileri gerçek piyasa değerini karşılamadığı için hisse senedi fiyatlarında sert düşüşler yaşanmıştır.
  • Karbon kredisi piyasalarında spekülasyon, büyük yatırım fonlarının elinde toplanmakta ve fiyat manipülasyonlarına açık hale gelmektedir. Bu durum, gelişmekte olan ülkelerin karbon piyasalarına erişimini zorlaştırmakta ve karbon ticaretinin birkaç büyük finans kuruluşu tarafından yönetilmesine yol açmaktadır.

Bu bağlamda, yeşil finansın gerçekten çevreyi koruma amacına mı hizmet ettiği, yoksa yeni bir ekonomik sömürü düzeni mi oluşturduğu sorusu giderek daha fazla önem kazanmaktadır.

Gerçekten Doğayı mı Koruyorlar, Yoksa Yeni Bir Finansal Düzen mi İnşa Ediliyor?

Yeşil finans ve sürdürülebilir enerji projeleri, ilk bakışta çevreyi koruma amacı taşıyor gibi görünse de küresel güç dengeleri ve ekonomik çıkarlar göz önüne alındığında bu sürecin arkasında çok daha büyük bir ekonomik ve politik dönüşüm olduğu anlaşılmaktadır.

  1. Petrol zengini ülkelerin gücünü kırma ve Batı’nın enerji bağımsızlığını sağlama hedefi: Elektrikli araçların ve yenilenebilir enerjinin çevreye zararları göz ardı edilirken, fosil yakıtların şeytanlaştırılması, Batı’nın enerji arz güvenliğini sağlamaya yönelik bir adımdır. Elektrikli araçlara ve yenilenebilir enerjiye yapılan yatırımlar, Batılı ülkelerin enerji ithalatına bağımlılığını azaltırken, petrol ihracatçısı ülkelerin ekonomik ve politik gücünü zayıflatmaktadır. Petrol zengini ülkelerin ekonomik ve politik güçlerini kırma, yeni bir finansal kontrol mekanizması oluşturma ve Batı’nın ekonomik hegemonyasını sürdürme amacı, yeşil dönüşümün temel taşları olabilir.
  2. Yeni bir finansal hegemonya kurma girişimi: Karbon piyasaları, emisyon ticaret sistemleri ve yeşil fonlar aracılığıyla Batılı finans kuruluşları küresel ekonomide yeni bir kontrol mekanizması oluşturmuştur. Yeşil enerji projeleri gelişmekte olan ülkeler için bağımsız bir çözüm olmaktan çok, Batılı finans sistemine bağımlılığı artıran bir araç haline gelmiştir. Bu süreçte gerçek çevre koruma politikalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak mevcut sistemin, çevreyi koruma bahanesiyle ekonomik bağımlılık oluşturma ve yeni finansal kazançlar sağlama yönünde ilerlediği aşikârdır. Dolayısıyla yeşil finansın gerçek doğasını sorgulamak ve alternatif çözümler üretmek her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.
  3. Halkın vergilendirilmesi ve finansal spekülasyon: Karbon vergileri, çevresel düzenlemeler ve yeşil finans araçları, geniş halk kesimlerinden büyük finans kuruluşlarına kaynak aktarımını kolaylaştırmaktadır. Elektrikli araçlar ve yenilenebilir enerji teknolojileri için sağlanan teşvikler, genellikle büyük yatırım fonları tarafından yönetilmekte ve uzun vadeli spekülatif riskler taşımaktadır.

Bu noktada kritik soru şudur: Gerçekten doğayı korumak mı amaçlanmaktadır, yoksa Batı’nın ekonomik ve finansal hâkimiyetini sürdürecek yeni bir sistem mi inşa edilmektedir? Günümüzde yürütülen politikalar, çevreyi koruma iddiasının ötesinde, Batılı finans sisteminin kontrolünü genişletme stratejisinin bir parçası olarak öne çıkmaktadır.

Dolayısıyla, gelişmekte olan ülkelerin bu süreci dikkatle analiz etmeleri, enerji politikalarını bağımsız bir şekilde belirlemeleri ve yerli teknolojilerini geliştirmeleri hayati önem taşımaktadır. Aksi takdirde, fosil yakıtlardan kurtulma süreci, küresel finans sisteminin yeni bir kontrol mekanizmasına dönüşerek ekonomik ve politik bağımsızlığı daha da zorlaştıracaktır.