DR. MURAT ERGÜVEN
Kelle Koltukta Tekfur Eşikte

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KELLE KOLTUKTA TEKFUR EŞİKTE

Hz. Peygamber SAV’in soyundan geldiği rivayet edilen Seyyid Bilâl (?-?), İstanbul’un fethi için 700’lü yıllarda yola düşen mücahidlerdendir.

Seyyid Bilal hazretleri, İstanbul’u fethetmek isteyen Ömer bin Abdülaziz (679-720)’in ordusunda ordu komutanıydı.

Ömer bin Abdülaziz, İstanbul’u fethi düşüncesini açıklamak üzere yaptığı toplantıda, ordu komutanlarına ve devlet ileri gelenlerine: “İslam’ı gönderen Allahû Teâlâ nasıl olsa O’nu koruyacak ve muzaffer edecektir.

Yalnız biz de O’na hizmetten mutlaka sorulacağız. Hz Peygamber’in müjdesi elbet gerçekleşecek, bir gün surlar mutlaka yıkılacak ama, ben istiyorum  ki, bu şerefe biz nail olalım.. Ordumuzun muzafferiyeti için sizlerin de görüşlerini almak istiyorum.” Dedi.

Bazı devlet adamlarının ve ordu komutanlarının görüşlerinin ardından, uzun boylu, geniş omuzlu, heybet ve vakar sahibi Seyyid Bilal de; Orduda yeni kuvvete ihtiyaç olduğunu, bunun için Orta Asya’dan cesur Türk savaşçılarının toplanıp orduya katılması gerektiğini ve bunun İstanbul’un fethinde çok işe yarayacağını belirtti.

Halife Ömer bin Abdülaziz, beğendiği bu teklifi değerlendirdi ve Seyyid Bilâl’i asker toplamak üzere Horasan’a gönderdi.

Seyyid Bilâl, bu orduyla denizden kısa zamanda İstanbul önlerine varmak istiyordu. Bunun için Karadeniz kıyılarında yeni limanlar inşaa ettirdi… Ancak deniz yolculuğu umdukları gibi gitmedi. Yola çıktıktan birkaç gün sonra şiddetli bir yağmur ve fırtınaya yakalanan donanma Sinop limanına sığınmak zorunda kaldı.

Seyyid Bilâl üç mücahidiyle birlikte, gemilerin bakımı, askerlerin dinlenmesi, her türlü emniyet ve güvenliklerinin sağlanması için bir kese altın vergi karşılığında tekfurla anlaşma yaptılar.

Öte yandan tekfur anlaşma yaptığı halde Müslümanların işini bir gece baskınıyla ansızın bitirmek istiyordu. Tekfur, en nişancı ve savaşçı askerleriyle, havanın karanlığından da yararlanarak saldırıya geçti. Seyyid Bilâl ve arkadaşları neye uğradıklarını şaşırdılar…

Çıkan çatışmada birçok mücahid, silahlı ve zırhlı kâfirlere kahramanca karşı koydularsa da sonunda birer birer şehid düştüler. Saatlerce çarpışıp pek çok kâfiri öldürdükten sonra Seyyid Bilal de sonunda şehid oldu.

Tekfur, bir kılıç darbesiyle  Seyyid Bilâl’in başını gövdesinden ayırmıştı!.. Ancak o anda Seyyid Bilâl hazretleri kesik başını koltuğunun altına alıp tekfura doğru yürüdü.! Tekfur gördüğüne inanamadı. Hemen müthiş bir korku ve şaşkınlıkla kaçmaya başladı. Seyyid Bilâl ise birkaç adım daha yürüdükten sonra yere yığılıverdi.

Tekfur, karşısındakinin ermiş ve ulu bir kişi olabileceğini anlamakta gecikmedi. Ve askerlerine hemen çatışmayı durdurun emri verip, ‘Her şey bitti artık. Yaralıların yaraları derhal sarılsın. Müslüman ölüler dinlerinin gereğince gömülsün.’ Dedi.

Aradan aylar geçmesine rağmen tekfur, günlerce bu olayın tesirinde kalıp, azapla kıvrandı durdu. Seyyid Bilâl’in kesik başıyla üzerine doğru yürümesi gözlerinin önüne geliyor, uyuyamıyor, uyusa da rüyasında hep aynı şeyi görüyordu. Gündüzleri hayalinde, geceleri rüyasında hep “O” vardı.

Bu duruma daha fazla dayanamadı. Ve bir gün sarayına din adamlarını toplayarak onlardan bu hadisenin yorumunu istedi. Din adamları ise; Allah’ın çok sevgili bir kulunu öldürdüğünü, O’nun keramet sahibi bir kişi olduğunu ve kendisini affettirmesi gerektiğini, söylediler.

Bunu üzerine tekfur, Seyyid Bilâl hazretlerinin mezarının üzerine bir çatı yaptırılmasını, kendisinin öldüğünde ise Seyyid Bilâl’in kapı eşiğine gömülmesini emretti. ‘Bu suretle O’nu ziyarete gelenler beni çiğneyerek üzerimden geçerler ve belki o zaman affolunurum.’ Dedi.

Tekfur öldüğünde vasiyeti yerine getirildi…

Şimdi hâlâ Seyyid Bilâl hazretlerinin türbesi ziyaret edilmektedir.(1)


(1) Evliyalar Ansiklopedisi, TG;(İstanbul-1992), 10/314-319.

Kur’an-I Kerim Nasıl Harakelendi?

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KUR’AN-ı KERİM NASIL HAREKELENDİ?

Önceleri Arap yazısı noktasız ve harekesizdi. Kur’an da böyle noktasız ve harekesiz yazılıyordu.

O dönemde noktasız ve harekesiz bu yazıyı sahabeler hatasız okuyabiliyorlardı. Ancak bazı sahabeler ve İslâmiyet’in yayılmasıyla ekserisi yabancı kavimlerden Arapça bilmeyen ve Arap olmayan Müslüman tabiiler, noktasız ve harekesiz Kur’an’ı okumakta güçlük çekiyor, telaffuz hatası yapıp yanlış okuyorlardı.

Yanılmalar önceleri kelimelerin sonlarının telaffuzunda olduğundan, ilk olarak kelime sonlarına nokta şeklinde harekeler kondu.

Sonra Arap alfabesindeki be, te, se, cim, ha, fe, kaf gibi şekil itibariyle birbirine benzeyen bu harfleri birbirinden ayırt etmek için bazılarının alt ve üstlerine noktalar koymak gerekiyordu.

İşte bu konudaki eksikliği ilk sezip çare arayan ise Emeviler’in Irak Valisi Haccac b. Yusuf  (ö.95/713) olmuştur.

Haccac, valiliği sırasında binlerce insanı öldürmüş ve hapishanelere doldurup memleketi dehşet ve korku içinde bırakmıştır. Haccac, bu yüzden zalim olarak anılagelmiştir. Ölümünü haber alan âlimler O’na rahmet bile dilememişlerdir, hatta ölümüne sevinenler bile olmuştur.

Öte yandan mütevazı bir hayat yaşayan Haccac’ın ikramı, cömertliği, ihsanı ve affı da pek çoktu. Bunca zulmüne rağmen Haccac, Kur’an okur ve Kur’an’a çok hürmet ederdi.

Daha önce Kur’an’a hareke konulmuş olmasına rağmen hala hatalı okunduğunu gören Haccac, hemen harekete geçerek devrin büyük âlimlerinden bu için önlem almalarını istemiştir.

Bunun üzerine onlar da Kur’an’ın kıraatine yönelik ikinci önemli işi gerçekleştirerek harfleri birbirinden ayıran noktaları koyup Kur’an’ın yanlış okunmasının önüne geçtiler.

Daha sonra hareke yerine konan noktalarla harfleri birbirinden ayırmak için konan noktaların karışmaması için nokta şeklindeki harekeler yerine bu gün bildiğimiz sistem geliştirilerek Kur’an’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şekli verilmiştir.

Kur’an’ın ilk harekelenişi ise şöyledir:

Emeviler’in Basra Valisi Ziyad b. Sümeyye (ö.53/673) dilin ıslah edilip yanlış okumaların önüne geçilmesi ( ve Kur’an’ın daha doğru ve kolay okunması) için devrinin büyük filoloğu Ebu’l-Esved (ö.69/688)’den bir sistem koymasını istemişti.

Önceleri Esved bu teklifi kabul etmemişti. Fakat zamanla Arap dilinin fesada uğradığını ve Kur’an’a da zarar geleceğini düşünen Basra Valisi Ziyad, bir adama Esved’in geçtiği yolu üzerine oturup bir ayeti yanlış okumasını tembih etmişti.

Bunun üzerine adam, Tevbe Suresi’nin 3. ayeti olan ‘Allah ve Resulü artık müşriklerden beridir.’ ayetinde (veresuluhü) kelimesini (veresulihi) şeklinde okudu. Yapılan bu hata ile ayet ‘Allah artık müşriklerden ve Resulü’nden beridir.’ şeklinde bir anlam oluşturuyordu.

Yapılan bu hata dil uzmanı Esved’i çok fazla rahatsız etmiş ve korkutmuştu. Bu olayla karşılaşıncaya kadar cevap vermekte geciken Esved, Vali Ziyad’a gidip; ‘İnsanların durumlarının böyle olacağını tahmin edemezdim. İstediğin şeyi yapacağım.’ diyerek ondan bu iş için takip istedi.

Esved kâtibine: ‘Mushafı bir eline, diğer eline de (Kur’an’daki) mürekkeb renginden farklı bir boya al, üstün okuduğun harfin tam üstüne bir nokta koy, esre okuduğumda harfin altına bir nokta koy, ötre okuduğumda ise harfin önüne (içine) bir nokta koy.’ diye talimat verdi.

Kâtip dediğini yapıyor, her sayfa tamamlandıkça Esved kontrol ediyor ve tekrar devam ediyorlardı.

Böylece Kur’an’a ilk defa doğru okumayı sağlamak amacıyla harekeler konulmuş oldu.(1)


(1) İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü (Ankara–1995), 88-92; Muhsin Demirci, Kur’an Tarihi (İstanbul), 167-169; Osman Keskioğlu, Kur’an-ı Kerim Bilgileri (Ankara-1989), 153-155; İrfan Aycan, Haccac b. Yusuf / TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-1996), 14/427, 428; Yeni Rehber Ansiklopedisi-Türkiye Gazetesi; Haccac (İstanbul-1993), 8/ 192, 193.

Minarelerden Yükselen Güzel Bir Şiir

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

MİNARELERDEN YÜKSELEN GÜZEL BİR ŞİİR

Osmanlı dîvân şâirlerimizden Nâbî (1642-1712), Urfa’da doğdu. Asıl ismi Yusuf’tur. IV. Mehmed zamanında İstanbul’a gelip, Vezir Muhasip Mustafa Paşa’nın dîvân kâtibi oldu. Şâir Nailî ile görüşerek şiir kabiliyetini geliştirdi.

Dîvân kâtibliği esnasında IV. Mehmed’in iltifat ve ikramına nail olan Nâbî, hoş sohbeti, engin kültürü, tatlı ve tesirli söz söylemesiyle kısa zamanda saray çevresinin en yakın şâiri oluverdi.

Dîvân edebiyâtına farklı bir soluk getirerek başarılı olan Nâbî’ye zamanının edebiyâtçıları ‘şeyh-üş-şuarâ’  ünvânını vermişlerdir. Nâbî, kendisinden sonraki şairler tarafından da üstâd olarak kabul edilmiştir.

Gayet mütevâzî (alçak gönüllü-gösterişsiz) olan Nâbî, Arapça’da ‘yok’ mânâsına gelen ‘nâ’ ve ‘bî’ eklerini birleştirerek “Nâbî” kelimesini kendisine mahlas yapmıştır. 

Nâbî, şiirlerinde iyiyi, doğruyu ve ahlâkı öğretmeyi amaçlamıştır. Düşünce ve hikmet sahibi olan Nâbî, şahsî duyguları ve gönül arzularını aşmış, hakîkî bir Müslüman hayatını hem yaşamış hem de şiirlerinde işlemiş bir gönül adamıdır.

Aynı zamanda velî bir kişi olan şâir Nâbî’nin gönlüne genç yaşta (36) hac farîzâsını edâ etmek düşünce padişahtan izin alarak, devlet ricâlinden oluşan bir hac kafilesiyle yola çıkar…

Medîne-i Münevvere’ye yaklaştıkları gece Nâbî’nin gözlerine peygamber aşkıyla uyku girmez. Fakat bir ricâl-i devlet (devlet büyüğü) ayaklarını kıbleye uzatmış uyumaktadır…

Nâbî, son derece üzgündür, ama bir türlü de adamı ikâz etmeye cesaret edememiştir. O anda irticâlen (düşünmeden ve birdenbire) zât-ı muhteremi uyandıracak bir sesle nâtı söyler:

Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!

Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafa’dır bu.

Habîb-i Kibriyâ’nın hâb-gâhıdır fazîletde,

Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu..

                                       *   *   *

Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.

“Edebi terk etmekten sakın! Zîrâ burası Allah’ın sevgilisinin bulunduğu yerdir; Allah’ın nazar evi; Resûlullah’ın makâmıdır. Burası Allah’ın sevgilisinin ıstırahatgâhıdır; Fazîlet yönünden de Allah’ın arşının en üstündedir…

Ey Nâbî! Bu dergâha edebin şartlarına riayet erek gir, zîrâ burası büyük meleklerin, etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetine eğilerek öptüğü takva yeridir.”

Şiiri duyan zât-ı muhterem bu nâtı kendisine söylendiğini anlar ve hemen toparlanır…

Kafile sabaha yakın yola çıkar, sabah ezânından önce Mescîd-i Nebî’ye vardıklarında bütün minârelerden semâya Nâbî’nin bu nâtı yükselmektedir.

Bu durum karşısında şaşıran Nâbî ve O zât sabah namazından sonra müezzinlerle görüşürler… Bu nâtı kimden ve nasıl öğrendiklerini sorarlar. Müezzinlerde:

Hz Peygamber (SAV)’in bu gece Mescîd-i Nebî’deki müezzinlerin rüyâlarına girerek sabah ezânından önce kendisini ziyârete gelen Nâbî’yi karşılamak üzere bu nâtı okumalarını istediklerini söylerler..!

Nâbî’nin edeb dersi Hz Peygamber (SAV)  tarafından işte böyle tâclandırılmıştır.(1)


(1)Osmanlı Ansiklopedisi (İstanbul–1993), 5/60-61; Evliyâlar Ansiklopedisi (İstanbul-1992), 9/270-271; Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, 5/189-190; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, 17/ 138-139; Yeni Rehber Ansiklopedisi (İstanbul-1994), 15/100-101.