DR. MURAT ERGÜVEN
Halvetîlikten Celvetîliğe: Aziz Mahmud Hüdâyî, Geredeli Halil Efendi ve Manevî Miras

Dr. Murat Ergüven | Araştırma

HALVETÎLİKTEN CELVETÎLİĞE: AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ, GEREDELİ HALİL EFENDİ VE MANEVÎ MİRAS

İslâm dünyasında tasavvufî gelenekler, asırlar boyunca bireysel arınmadan toplumsal dönüşüme kadar geniş bir yelpazede etkili olmuştur. Osmanlı coğrafyasında bu geleneklerin en güçlü temsilcilerinden biri Halvetîlik, onun bir kolu olarak ortaya çıkan Celvetîlik ise bu mirası yeni bir boyuta taşımıştır. Halvetîlik ve Celvetîlik arasındaki ilişki, özellikle Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin etkisiyle şekillenmiş, onun manevî mirası daha sonra Geredeli Şeyh Halil Efendi gibi zatlarla Anadolu’da ve İstanbul’da derin bir irfan damarı haline gelmiştir. Bu çalışma, Halvetîlik ve Celvetîliğin tarihî gelişimini, felsefi farklarını ve Osmanlı toplumundaki rollerini ele alırken, bu iki yolun günümüzdeki izlerini de incelemeyi amaçlamaktadır.

  1. Halvetîlik: İnzivadan İrfana İçe Dönük Bir Manevî Terbiye

Halvetîlik, adını Arapça “halvet” (inziva, yalnız kalma) kelimesinden alır ve temelini nefsin terbiyesi için belirli dönemlerde dünya ile ilişkileri keserek yapılan inzivaya dayandırır. Bu yolda giden Müridler, riyazet, zikir ve murakabe yoluyla iç dünyalarını inşa eder, böylece Hakk’a ulaşmayı hedefler. 14. yüzyılda Ömer Halvetî tarafından sistemleştirilen bu tarikat, Anadolu’da Sünbüliyye, Ramazaniyye ve Şa‘bâniyye gibi kollarla yaygınlık kazanmıştır. Osmanlı coğrafyasında özellikle Balkanlar ve Arap topraklarında etkili olan Halvetîlik, Cemâliyye ve Ahmediyye gibi şubeleriyle de derin izler bırakmıştır.

Halvetîliğin temel felsefesi, bireyin nefsini terbiye ederek Allah ile doğrudan bir bağ kurmasıdır. Bu bağ, inziva sırasında yoğun zikir ve tefekkürle güçlendirilir. Mustafa Kara’ya göre, Halvetîlik “nefsin arındırılması için inzivayı bir araç olarak görürken, toplumsal hayattan tamamen kopmayı değil, bireyin içsel dönüşümünü hedefler” (Kara, 2005, s. 45). Bu anlayış, tarikatın Osmanlı toplumunda hem alimlere hem de halka hitap etmesini sağlamıştır.

Önemli Temsilciler:

  • Sünbül Efendi (Halvetî-Sünbüliyye): İstanbul’un manevi merkezlerinden biri olan Sünbül Efendi Dergâhı’nın kurucusu.
  • Ramazan Mahfî Efendi (Halvetî-Ramazaniyye): Nefis terbiyesi üzerine yazdığı risâlelerle tanınır.
  • Geredeli Şeyh Halil Efendi (Halvetî-Şa‘bâniyye/Hâliliye): Sade yaşantısıyla Halvetî geleneğini 19. yüzyılda temsil etmiştir.
  1. Aziz Mahmud Hüdâyî ve Celvetîlik: Halk İçinde Hakk’la Beraberlik

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri (1541-1628), Halvetî tarikatının Üftâde Hazretleri’nden gelen kolunda yetişmiş bir sufi olarak, tasavvuf tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bursa’da Üftâde Hazretleri’nden aldığı manevî terbiyeyle olgunlaşan Hüdâyî, daha sonra Halvetîlikten aldığı temeller üzerine Celvetîlik yolunu inşa etmiştir. “Celvet” kelimesi, “ortaya çıkmak, görünmek” anlamına gelir ve Hüdâyî’nin şu düsturuyla özetlenir: “Halvette Hak’la, celvette halkla beraber olmak.” Bu anlayış, halvetin zıddı değil, tamamlayıcısıdır.

Celvetîlik, nefsi yalnızlıkla terbiye ettikten sonra halkın içine dönmeyi, toplum içinde Hakk’ı temsil etmeyi esas alır. Bu yönüyle Celvetîlik, sadece bireysel arınmayı değil, topluma hizmeti de temel hedef haline getirir.

Celvetîlik, Halvetîliğin inziva odaklı yapısını topluma dönük bir hizmet anlayışıyla tamamlar. Reşat Öngören, Celvetîliğin bu yönünü şöyle açıklar: “Celvetîlik, bireysel arınmayı toplumsal sorumlulukla birleştirerek, tasavvufu sadece dağ başlarına değil, şehir merkezlerine ve saraylara taşımıştır” (Öngören, 2000, s. 132). Hüdâyî Hazretleri, inzivadan sonra halkın arasına dönmeyi, topluma hizmet etmeyi ve özellikle devlet adamlarına manevî rehberlik yapmayı esas almıştır. Bu yaklaşım, Celvetîliği Halvetîlikten ayıran en önemli özelliktir.

Celvetîliğin Özellikleri:

Saray ile Yakın İlişki: Hüdâyî Hazretleri, özellikle Sultan I. Ahmed’e manevî danışmanlık yaparak Celvetîliği bir “devlet tasavvufu” haline getirmiştir. I. Ahmed’in Hüdâyî’ye duyduğu saygı, onun tahta çıkarken kılıcını Hüdâyî Dergâhı’nda kuşanmasıyla sembolize edilir.

Hüdâyî Dergâhı’nın Etkisi: İstanbul Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı, Osmanlı’da sosyal ve siyasi bir merkez haline gelmiştir. Kadılar, vezirler ve müderrisler bu dergâhta irşad halkasına katılmışlardır.

Toplumsal Hizmet: Celvetîlik, sadece bireysel arınmayı değil, aynı zamanda halka hizmeti de ön planda tutmuştur. Hüdâyî’nin vakıf faaliyetleri, yoksullara yardım ve eğitim çalışmaları bunun bir göstergesidir.

  1. Halvetîlik ve Celvetîlik Arasındaki İlişki: İnziva ve Hizmet Dengesi

Celvetîlik, Halvetîliğin bir devamı olmasına rağmen, metodolojik olarak belirgin bir dönüşüm geçirmiştir. Halvetîlik, daha çok inziva, zikir ve içe kapanmayı merkeze alırken, Celvetîlik bu terbiyeyi topluma dönük bir hizmet anlayışıyla tamamlar. Celvetîlik insanlara hizmet etmeyi, kadıların, yöneticilerin, esnafın, zanaatkârların da tasavvufî hayatı yaşayabileceğini göstermiştir. Bu dönüşüm, 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı toplumunun ihtiyaçlarından doğmuştur. Osmanlı Devleti’nin bu dönemde hem iç hem de dış sorunlarla karşı karşıya olduğu, merkezi otoritenin güçlendirilmeye çalışıldığı bir süreçte, Celvetîlik devletle iş birliği yaparak manevî bir rehberlik sunmuştur. Halvetîlik ise daha çok bireysel arınma ve “sessiz irfan” geleneğini sürdürmüştür.

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin kadılıktan şeyhliğe geçişi, bu dönüşümün somut bir örneğidir. Kadı olarak başladığı kariyerini tasavvuf yolunda derinleştiren Hüdâyî, hem padişahların danışmanı hem de halkın sevgilisi bir sufi modeli olmuştur. Bu, Celvetîliğin sadece bir tarikat değil, aynı zamanda bir toplumsal hareket olduğunu gösterir.

  1. Geredeli Şeyh Halil Efendi: Halvetîliğin Sade, Sessiz ve Derin Mirası

Halvetîliğin Şa‘bâniyye koluna mensup Geredeli Şeyh Halil Efendi (ö. 1849), “Hâliliye” şubesinin kurucusu olarak kabul edilir. 18. ve 19. yüzyılda Anadolu’da ve İstanbul’da Halvetî geleneğini temsil eden Halil Efendi, sade yaşantısı ve riyadan uzak duruşuyla bilinir. İstanbul’daki dergâhında sessiz ama derin bir etki bırakan Halil Efendi, devlet erkanından uzak durmayı tercih etmiştir. Ancak tarihî bir olay, bu duruşunun istisnai bir yansımasını sunar:

II. Mahmud’un Rüyası ve Hediye Edilen Hat:

Rivayete göre, Sultan II. Mahmud bir gece rüyasında Şeyh Halil Efendi’yi görür ve onun manevî kemaline hayran kalır. Ertesi gün saray erkânına “Bu zatı bulun!” emrini verir. Halil Efendi, padişahın davetini kıramayarak saraya gider, ancak “Biz padişahlarla değil, Allah ile olmak isteriz” mealinde bir tavır sergiler. Buna rağmen II. Mahmud, ona hürmeten el yazması bir hat hediye eder. Bazı kaynaklarda bu hattın “Ya Hazreti Halil” veya bir besmele yazısı olduğu, Topkapı Sarayı arşivlerinde saklandığı belirtilir (Kara, 2005, s. 112). Bu hat yazısının Şeyh Halil Efendi’nin türbesinde asılı iken çalındığı da bilinmektedir.

Bu olay, Halvetîliğin devletten uzak durma prensibini yansıtırken, aynı zamanda padişahın bir veliye duyduğu saygının da göstergesidir. Halil Efendi’nin sarayla ilişkisi, resmî bir bağdan ziyade bir kereye mahsus bir hürmet ziyareti olarak değerlendirilmelidir.

  1. Celvetîliğin Osmanlı Toplumundaki Rolü ve Devlet-Maneviyat İlişkisi

Celvetîlik, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin önderliğinde Osmanlı’da sadece bir tarikat değil, aynı zamanda devlet ile maneviyat arasında bir köprü olmuştur. Hüdâyî Hazretleri’nin I. Ahmed ile yakın ilişkisi, Celvetîliği bir “devlet tasavvufu”na dönüştürmüştür. Bu dönüşüm, Osmanlı’da 17. yüzyılda yaşanan siyasi ve sosyal krizlerle ilişkilendirilebilir. Merkezi otoritenin zayıfladığı, ulema ile saray arasındaki gerilimlerin arttığı bir dönemde, Hüdâyî gibi sûfîler devlet adamlarına manevî rehberlik sunarak toplumsal düzeni desteklemiştir.

Hüdâyî Dergâhı, kadılar, vezirler ve müderrislerden oluşan geniş bir irşad halkasıyla, tasavvufu elit zümrelere taşımış, zühdü saraylara ve çarşılara ulaştırmıştır. Buna karşılık, Halvetîlik, özellikle Geredeli Halil Efendi örneğinde görüldüğü üzere, daha geri planda bir etki alanı oluşturmuştur. Bu iki yol, aynı özden beslenen ancak farklı metodlar izleyen iki tasavvuf anlayışını temsil eder.

  1. Günümüzde Celvetîlik ve Halvetîliğin Devamı

1925 yılında tekkelerin kapatılmasıyla Halvetîlik ve Celvetîlik resmî olarak faaliyetlerini durdurmuş olsa da manevî mirasları farklı şekillerde yaşamaya devam etmektedir. İstanbul’daki Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı, Hüdâyî Hazretleri’nin eserlerini yaşatmanın yanı sıra modern şehir hayatına yönelik faaliyetler yürütmektedir. Meselâ, vakfın eğitim bursları, aşevleri ve Kur’an kursları, Hüdâyî’nin “halka hizmet” anlayışını günümüze taşır. Ayrıca, Üsküdar’daki Hüdâyî Dergâhı ve Fatih’teki Sünbül Efendi Dergâhı, İstanbul’un manevi hafızasını canlı tutan merkezlerdir.

Halvetîliğin sade çizgisi ise daha dışa kapalı bir şekilde devam etmektedir. Geredeli Şeyh Halil Efendi’nin temsil ettiği bu gelenek, mürid-mürşid ilişkisiyle sınırlı kalmış, ancak zikir halkaları ve özel sohbet meclisleriyle özünü muhafaza etmiştir. Meselâ, Bolu, Gerede ve çevresinde Halvetî-Şa‘bâniyye geleneği, küçük topluluklar aracılığıyla hâlâ yaşatılmaktadır.

İnziva ve Hizmetin Manevî Dengesi

Halvetîlik ve Celvetîlik, aynı manevî kökten beslenen ancak farklı yollar izleyen iki tasavvufî gelenektir. Halvetîlik ve Celvetîlik, “inziva” ile “hizmet” arasındaki dengeyi farklı şekillerde kurmuştur. Halvetîlik, inziva ve içsel arınmayı merkeze alırken; Celvetîlik, bu terbiyeyi topluma hizmetle tamamlamıştır. Aziz Mahmud Hüdâyî, Halvetî terbiyesiyle yetişmiş, ancak zamanın ruhunu okuyarak Celvetîliği inşa etmiştir. Onun tasavvuf anlayışı, bireysel arınmayı toplumsal sorumlulukla birleştirerek Osmanlı’da eşsiz bir miras bırakmıştır. Geredeli Şeyh Halil Efendi ise (II. Mahmud’a gösterdiği mutedil tavırla) Halvetîliğin “sessiz irfan” geleneğini temsil etmiş, devletten uzak durarak sadece Hakk’a yönelmiştir.

Her iki yol da farklı usullerle aynı hakikate ulaşmayı hedeflemiş ve günümüze kadar uzanan birer manevî rehberlik sunmuştur. Bu miras, bugün camilerdeki zikir halkalarından vakıf çalışmalarına kadar çeşitli şekillerde yaşamaktadır. Özellikle Hüdâyî ve Sünbül Efendi dergâhları, İstanbul’un manevi hafızasını canlı tutmaya devam etmektedir.

Kaynakça:

  • Mustafa Kara, Halvetîlik: Bir Tarikatın Tarihî ve Fikrî Alt Yapısı.
  • Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf.
Özgürlük Savaşçısı Ya da İffet ve Özgürlük

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇISI YA DA İFFET VE ÖZGÜRLÜK

İffet, sözlükte ‘haramlardan uzak durmak, helal ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak’ anlamında olup, ahlak kitaplarında ise insandaki şehvet gücünün (cinsi/nefsani arzulara aşırı düşkünlük) dinin ve aklın buyruğu altına alınarak dengelenmesinden meydana gelen erdem/fazilet olarak ifade edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de iffetle ilgili dört ayet vardır. Bu ayetlerin ikisi (el-Bakara/273, en-Nisa/6) mal-mülk, yeme-içme konularında ölçülü ve kanaatkâr olmayı, ikisi de (en-Nur/33,60) cinsel istekler hususunda ölçülü ve edepli davranmayı ifade etmektedir.

İffetle ilgili hadis-i şerifler de vardır.(*) Rasul-i Ekrem s.a.v.’in ‘Her kim ağzına ve cinsel arzularına hâkim olacağına dair bana söz verirse, ben de onun cennete gitmesine kefil olurum.’ Ve ‘Her dinin bir ahlakı vardır. İslam ahlakı da hayâdır.’ Hadisleri iffetin kapsamı ve İslam ahlakındaki önemini ortaya koymaktadır.

Bazı filozof, ahlakçı ve tasavvufçular ise iffeti; hayâ, mahcubiyet, günahtan çekinme, cömertlik vb gibi erdemlerin esası/temeli olarak görürler. Ve iffetten yoksun olmanın bütün güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu belirtirler.

İnsanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet sayılabilmesi için, bunda kişinin bilinçli olması ve güçlü bir iradi çabayla bunun gerçekleştirmesi gerekir. Psikolojik veya bedensel bir zafiyetten, acizlik, korkaklık, bilgisizlik yâda başka bir engelden dolayı zevklerini terk eden kişi iffetli sayılmaz.

Bedeni hazlara ve nefsanî aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruh haline ‘kalb iffeti’ denir. Bundan sonra ise tam iffete ulaşmak için eli, dili, beli, gözü, kulağı ve genel olarak bütün bedeni, ahlaka aykırı davranışlardan uzak tutmak gerekir.

İffet aslında özgürlüğün kaynağıdır. Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının, arzularının, nefsinin, şehvetinin baskısından kurtulması gerekir. Bu bakımdan en alçaltıcı kölelik ‘şehvet köleliği’dir. İffet sahibi kişi nefsinin isteklerine kul olmaktan kurtulup özgürleşir.

İbn Hazm’ın kitabında ise bir ‘özgürlük savaşçısı’nın hikâyesi şöyle anlatılmaktadır:

“Kurtuba sakinlerinden güzel yüzlü, yakışıklı bir gençle tanıştım. İbadete çok düşkündü. Bu dünyadan el-etek çekmişti. Onun bir din kardeşi vardı. Aralarından su sızmazdı. Bir akşam o kardeşini ziyarete gitti.

Geceyi onun evinde geçirmeye karar verdi. Olacak ya, ev sahibi bir ihtiyacı için uzaktaki tanıdıklarından birinin evine gitmek zorunda kalmıştı. Çabucak geri dönmek üzere evinden ayrıldı. Arkadaşı ise hanımıyla evde yalnız kaldı. Kadın son derece genç ve güzeldi..

Vakit ilerledi ve adamın, evine dönmesi mümkün olmadı. O gece artık kocasının eve dönmeyeceğine aklı kesen kadın, delikanlıyla ilişkide bulunmayı kafasına koydu. Gence yaklaştı ve onu tahrik ederek kendine çekti..

Delikanlı kadına sahip olmayı denedi; fakat sonra aklı başına geldi. Allah’ı düşündü. Sonra parmağını yanan kandilin alevine tuttu. Ve tabii parmağı yandı. O zaman ‘Ey nefsim, bu acıya katlan! Cehennem ateşi yanında bu nedir ki!’ dedi.

Kadın ise gördüğü bu manzara karşısında heyecandan donup kaldı. Fakat heyecanı geçince yeniden istedi. Ve isteğinde diretti. İnsanda yaradılıştan var olan şehevi arzu delikanlının bedenini de iyice sarmıştı.

Ama az önceki davranışını tekrarladı. Ve şafak ağarıncaya dek bu mücadele böyle sürdü. Şafak sökünce şehadet parmağı tümden yok olmuş, kandilin aleviyle yanmıştı..!

Kudurgan bir arzuyla şehvetin tuzağına düşmeseydi, acaba bu genç, nefsine karşı verdiği savaşta bu noktaya ulaşabilir miydi?

Onun bu davranışını mutlaka Allah hesaba katacaktır. O bağışlayıcıdır; İkram sahibidir. Ve ilmi sonsuzdur.” (1)


(*) Buhari, (Tefsir, Hudud, Rikak); İbn Mace, (Zühd, Rühun); Müslim, (Zekât); Müsned, l; el-Muvatta’, (Hüsnü’l-huluk); Tirmizî, (Zühd).

(1) Mustafa Çağrıcı, İffet, TDV/İslâm Ansiklopedisi (İstanbul–2000), 21/506-507; İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı/Terc. Mahmut Kanık (İstanbul–1998), 238-239.

İlk Ezân

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

İLK EZÂN

Ezân, lügatte duyurup bildirmek, ilan etmek, çağırmak anlamlarına gelir. Müslümanlara namaz vakitlerini bildirip, farz namazlara davet etmek için yüksek sesle, yüksekçe bir yerden okunan muayyen (bilinen), mübarek sözlerdir.

İslâm’ın şiarı (nişanı-işareti) ve Müslüman varlığın sembolü olan ezân hem namaza hem de İslam’a bir çağrıdır.

Ezân, İslâm inancını ve dinin esaslarını çok veciz ifade eder. Günde beş defa okunan bu ilahi mesajda; Allah’ın varlığı, birliği ve asıl kurtuluşun ahiret mutluluğunda olduğu, yeryüzünde kesintisiz olarak günün her anında insanlara duyurulur.

Bu yüce çağrı; İslâm inanç sisteminin insanlığa tanıtılmasında İslâm’ı sembolize eden bir davettir. Ve İslâm dünyasında fetih ve zaferlerin müjdecisi, vazgeçilmez bir unsuru olmuştur.

Ezân, sünnet yoluyla meşru (dinî bir hüküm) kılınmakla birlikte kitap (Maide, 5/58); Cuma, 62/9) ayetleri) ve icmâ ile de sabittir.

Ezân, farz namazlar için sünnet-i müeekede (kuvvetli sünnet)dir. Hz Peygamber: “İnsanlar ezân ile ilk safın faziletini bilselerdi, bunun için aralarında kura çekerlerdi.”(*)  diyerek ezânın önemini belirtmiştir. Ezân vakitleri bildirmekle birlikte vaktin değil, namazın sünnetidir.

Vaktinde okunan ezânı duyan kimse (Kur’an okuyor dahi olsa) durup dinlemeli ve tekbir ile şehadetlerde müezzine aynen icabet ederek, “Hayyeale’s-salah” ve “Hayyeale’l-felah” okununca “La havle ve la kuvvete illa billah” deyip, ardından da ezân duasını okumalıdır.

Ancak biz Müslümanların işini gücünü bırakıp o lahuti (ruhani) nidayı haşyet (korku) ve rikkatle (yumuşaklık-incelik) dinlemesi lazımken, buna maalesef çoğumuz uymamaktayız.!

Millî ve manevî terbiyenin ilk mayası olan ezânın toplum hayatında tesiri büyüktür. Toplumun ruhuna millî-manevî şuur nakşeder. Ezânsız semtlerde yetişen çocuklar dinî ve millî şuurdan yeterince nasiplerini alamazlar. Ruhları ezanla beslenen dimağlar onun kıymetini ezânsız, yabancı memleketlerde daha iyi anlarlar.

İslâm davetinin esaslarından olan ezân, ilk defa Medine’de okunmaya başlamıştır.

Namaz, Mekke döneminde farz kılındığı halde Hz Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Medine döneminde ise Müslümanlar bir araya gelip namaz vakitlerini gözetirlerdi. Bir süre namaza, sokaklarda “es-salah / es-salah” (namaza-namaza!) diye çağrıldı.

Ancak bunda halkı namaza toplamadaki zahmet ve meşakkatten dolayı namaz vakitlerini bildirmek için daha güzel bir davet tarzına ihtiyaç vardı. Bunun için bir istişare yapıldı.

Yapılan tekliflerden; Nakus (çan yerine kullanılan alet) çalınması Hıristiyanların, şebbur (boru) öttürülmesi Yahudilerin, ateş yakılması Mecusilerin âdeti olduğundan Resûlullah tarafından hoş görülmedi. Bayrak dikelim teklifi de kabul edilmedi.

Ancak bu günlerde ashabdan Abdullah b. Zeyd, ard arda üç gece rüyasında (ayan beyan sanki uyanıkmış gibi) ezan öğretilmiş, Abdullah da Hz Peygamber’e bunu haber vermiştir.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem, ezanı Bilal’e öğretmesini emretti. Hz. Ömer de Resûlullah’a aynı rüyayı gördüğünü, ancak Abdullah’ın erken davrandığını söylemiştir. Sahabeden birçok (7, 14, 20) kişi de aynı rüyayı gördüklerini ifade etmişlerdir.

Hz. Bilâl yüksek bir evin damına çıkıp ilk sabah ezânını heyecanla okuyarak Medine ufuklarını çınlattı. Böylece ilk ezan hicri 1. Yılda (622 M.) okundu ve meşru oldu.

Allah semalarımızı dinin temeli, fethin ve istiklalin nişanı olan ezansız bırakmasın (Âmin).

Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi yurdumun üstünde inlemeli.. (1)


(*)  Buhari ve Müslim Ebu Hüreyre’den rivayet etmiştir.

(1)  Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Tercümesi (Ankara–1991), 2/550 vds. ; Abdurrahman Çetin, Ezan / TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul–1995), 12/ 36-37; Tahir Olgun (Tahirü’l-Mevlevi), Müslümanlıkta İbadet Tarihi (Ankara-1998), 91-96; Beşir Gözübenli, Ezân/ İFAV (İstanbul-1997), 1/ 514-519.