Dünyevi Adaletin Sınırları ve Mutlak Adalet Arayışı
DR. MURAT ERGÜVEN / ARAŞTIRMACI
DÜNYEVİ ADALETİN SINIRLARI VE MUTLAK ADALET ARAYIŞI: İNANÇSIZ BİREYİN KARŞILAŞTIĞI ÇIKMAZ
Adalet, birey ve toplum için en temel değerlerden biridir. İnsanlar, hak ettiklerini almayı, haksızlığa uğramamayı ve mağduriyetlerinin telafi edilmesini beklerler. Ancak dünyada adaletin her zaman eksiksiz bir şekilde tecelli etmediği açıktır. Mahkemeler delil yetersizliği nedeniyle suçluları serbest bırakabilir, bir zorba işlediği suçun cezasını çekmeden hayatına devam edebilir, güçlü olan güçsüzü ezerek haklarını gasp edebilir. Bu noktada, inançlı ve inançsız bireylerin dünyaya bakışı arasındaki fark belirginleşir.
İslam inancına sahip bir kişi, bu tür haksızlıklar karşısında, mutlak adaletin bu dünyada değilse bile ahirette gerçekleşeceğine inanarak teselli bulur. Kur’an’da bildirildiği üzere, “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görür. Kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8) ayeti, hiçbir eylemin karşılıksız kalmayacağını ifade eder. Bu inanç, inanan birey için büyük bir iç huzur ve psikolojik dayanıklılık sağlar. Peki, ya bir ateist veya agnostik için durum nasıldır?
Dünyevi Adaletin Sınırlılığı
Ateist veya agnostik bir birey, adaletin yalnızca içinde yaşadığı toplumun hukuki ve ahlaki yapıları çerçevesinde sağlanabileceğini düşünür. Ancak bu yapılar çoğu zaman eksik, aksak ve hatta zaman zaman adaletsiz olabilir. Bir iş yerinde haksız yere işten çıkarılan kişi, eğer hukuki delilleri yeterince sunamazsa, hak ettiği işe geri dönemeyebilir. Mahkeme onun mağduriyetini kabul etse bile, karşı tarafın güçlü bağlantıları veya maddi gücü nedeniyle adaletin sağlanması mümkün olmayabilir.
Daha ağır bir durum, fiziksel saldırıya uğrayan bir bireyin, saldırganını ispat edememesi ya da hukukun gerekli cezayı vermemesi olabilir. Suçlu, hiçbir ceza almadan hayatına devam ederken, mağdur olan kişi hem fiziksel hem de psikolojik travma ile baş başa kalır. Aynı şekilde, bir hırsızın yakalanamaması, dolandırıcılığa uğrayan birinin parasını geri alamaması gibi olaylar, dünyevi adaletin sınırlarını ortaya koyar.
Bu noktada, ateist veya agnostik birey için büyük bir içsel çatışma doğar: Eğer evren tamamen rastlantılara dayanıyorsa, adaletin gerçekleşmesini kim garanti edebilir? Eğer evrensel bir ahlaki düzen yoksa, güçlü olanın güçsüzü ezmesi doğal bir süreç olarak mı görülmelidir? Eğer ölüm her şeyin sonu ise, suçluların yaptıkları yanlarına kar mı kalacaktır?
İnançsız Bir Birey İçin Adalet Arayışının Çıkmazı
İnançsız bir bireyin bu tür haksızlıklar karşısında verebileceği birkaç tepki olabilir:
- Gerçekçilik ve Kabulleniş: Hayatın adaletsiz olduğunu kabul edip, bununla yaşamayı öğrenmek. Ancak bu kabullenme, genellikle insanın içsel adalet duygusu ile çelişir ve psikolojik bir rahatsızlığa yol açabilir.
- Öfke ve İsyan: Haksızlık karşısında sürekli bir öfke içinde yaşamak, adaletin sağlanmadığını görmek bireyi derin bir depresyona sürükleyebilir. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” düşüncesi, aynı zamanda ahlaki ve adalet anlayışının da çöktüğünü ifade eder. Bu da, ahlaki relativizmi (göreceliliği) doğurur ve nihayetinde bireyi nihilizme (hiççiliğe) sürükleyebilir.
- İntikam Duygusu: Bazı kişiler, adaleti kendileri sağlamak isteyebilir. Ancak bu, bireysel bir çözümdür ve toplumsal düzeni tehdit edebilir. Ayrıca intikam almak bile geçmişte yaşanan acıyı tamamen ortadan kaldırmaz.
- Toplumsal Adalet Mücadelesi: Kendi başına bir anlam arayışı içinde olan bazı inançsız bireyler, haksızlıklarla mücadele eden aktivist hareketlere katılabilirler. Ancak tarih boyunca toplumsal adalet hareketlerinin bile her zaman başarılı olmadığı ve bazen yeni adaletsizlikler ürettiği gözlemlenmiştir.
Tüm bu olasılıklar, inançsız bireyin dünyada yaşanan haksızlıklarla başa çıkmakta ne kadar zorlanabileceğini göstermektedir.
İnançlı Bireyin Dayanıklılığı ve Mutlak Adalet İnancı
Öte yandan, inançlı bir birey için dünya hayatı, nihai bir adaletin sağlanacağı ahirete açılan bir kapıdır. Kur’an’da “Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını yakında göreceklerdir.” (Şuara, 227) denilerek, adaletin ilahi bir mekanizma ile eninde sonunda sağlanacağı bildirilmiştir.
Bu inanç, inanan bireyin hayattaki olumsuzlukları daha metanetle karşılamasına, haksızlığa sabırla direnmesine ve psikolojik olarak yıkıma uğramadan yoluna devam etmesine yardımcı olur. İslami öğretiler, dünyada maruz kalınan her türlü sıkıntının bir imtihan olduğunu ve sabredenlerin karşılığını mutlaka alacaklarını vurgular. Bu, bireye iç huzur ve manevi bir sığınak sağlar.
Sonuç Yerine: İnsan, Adalet ve Varoluşsal Çıkmaz
İnsan doğası gereği adalet arayışındadır. Ancak bu adalet, dünya şartlarında her zaman gerçekleşmeyebilir. İnançlı bir birey, adaletin mutlak manada ilahi bir sistem içinde sağlanacağına inanarak iç huzur bulabilirken, inançsız bir birey bu konuda ciddi varoluşsal krizler yaşayabilir. Eğer evrende nihai bir adalet yoksa, güçlü olanın güçsüzü ezmesi, zayıfın daima mağdur olması doğal bir sürecin sonucu mudur? Eğer adaletin bir gün tecelli edeceğine dair hiçbir umut yoksa, yaşamın bir anlamı olabilir mi?
Bu sorular, sadece felsefi bir tartışma değil, aynı zamanda insanın psikolojik ve toplumsal gerçekliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Son tahlilde, adalet arayışı, insanın varoluşsal anlam arayışıyla iç içedir ve bu noktada inanç, bireyin huzur bulmasında önemli bir rol oynar.