DR. MURAT ERGÜVEN
Türkler’de Bir Cihad Sevdası: ‘Kızılelma’

Dr. Murat ERGÜVEN-Araştırmacı Yazar

TÜRKLER’DE BİR CİHAD SEVDASI: ‘KIZILELMA’

Kızılelma kelimesinin ilk defa ne zaman, nerede ve neyi ifade etmek için kullanıldığı bilinmemekle birlikte, Yenisey yazıtlarına göre, Oğuzları batıya sevk eden de Kızılelma mefkûresi olmuştur.

Özellikle Oğuzlarda Kızılelma; Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresini (ülküsünü) temsil eden bir sembol olarak kullanılmıştır. Oğuzların Müslüman olmasıyla bu mefkûre ila-yı kelimetullah (cihad) ruhuna bürünmüştür.

Son yüzyılda bazı Türkçü-Turancı yazarlar, Kızılelma’yı artık bu gelenekselleşmiş halinden farklı bir kavram şekline getirerek, Türklerin yaşadıkları topraklara yönelik bir ideal olarak kendilerine sembol edinmişlerdir.

Kızılelma; Oğuzlar için ülkelerin fethini amaçlayan bir semboldür. Yani oğuzlar nereye sefere çıkarlarsa kazanacakları zafer, kazanılmadan önce Kızılelma’dır.

Bu mefkûrenin Oğuzlarda soyut bir anlam ifade etmesine rağmen somutlaşıp, şiddetle murad edilen bir ülkü haline gelmesi daha çok Osmanlılardadır.

Bu sembolün bir yerde ve maddede canlandırılması, yani fethedilecek yerin isminin belirlenmesi de bunu göstermektedir.

Kızılelma; Türk tarihinin seyri içinde fethedilmesi gereken bir yer veya alınması hedeflenen taht-saltanat olmuştur; ya da taht ya da mabed üzerinde parlayan ( ve cihan hâkimiyetini temsil eden) som altıntopun sembolüdür.

Bu yüzden bazen İstanbul’da Bizans İmparatoru’nun tahtındaki veya Ayasofya Kilisesi’ndeki som altıntop, İstanbul’un fethinden sonra ise Roma Saint Pierre Katedralindeki altıntop, karşımıza ‘Kızılelma’ olarak çıkmaktadır.

Tabii ki bütün bunlar her ne kadar somut gibi görünse de, asıl hedeflenen bu yerlerin fethinden sonra Türkleştirilip İslamlaştırılmasıdır.

Esasen Selçukluların ve Osmanlıların amaçlarına sembol olan Kızılelma, önceleri İstanbul’un fethi ve Bizans İmparatorluğu’na hâkim olmaktı. Ve gerçekten Osmanlı padişahları da tarihi Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’ne eskiden daha kuvvetli bağlanarak, İstanbul’u bu hâkimiyetin ilk merhalesi ve merkezi saymışlardır.

Anadolu’nun ilk Türk hükümdarlarından l. Kılıçaslan’ın gayretleri, Osman Gazi’nin vasiyetleri ve Yıldırım Bayezid’in talimatlarında Kızılelma, İstanbul’un fethine dair mefkûreyi ifade etmektedir. İstanbul’un fethinden sonra bu sefer istikamet Roma’ya ve bütün Frengistan’a çevrilmiştir.

Hakikaten bu mefkûre, dünya hâkimiyetini temsil eden iki büyük şehrin fethedilerek, cihanın tek hâkimi olma arzusudur.

Osmanlı askeri, devlet adamları ve padişahları için varılacak hedef artık ‘Rim Papa’ (Roma Papalığı) Kızılelma’sı olmuştur. Yeniçeriler ve halk arasında da ‘ehli İslâm Kızılelma’ya değin fethedilecektir.’ diye yayılmıştır.

Kızılelma; Türk’ün zafer gayesi, fütühatın serhaddi (son sınırı), Türk’ün anladığı en son ve en uzak coğrafi noktadır…

Asırlar ilerledikçe, şehirler ve ülkeler fethedildikçe Kızılelma’nın temsil ettiği yer de her defasında değişmiş ve Kızılelma, padişahın sefer muradettiği yer haline gelmiştir.

Nitekim meşhur hikâyecimiz Ömer Seyfeddin (1884-1920)’in ‘Kızılelma Neresi’ adlı hikâyesinde, padişah divanında münakaşası yapılan bu mevzuda askerler ve ulemadan bazıları fikirlerini söylerler; en sonunda Kanuni: ‘Gördünüz ya Kızılelma benim gitmek istediğim ve Hakk’ın beni götüreceği yerdir.’ diyerek mevzuyu toparlar.

Yapılan bütün seferler ila-yı kelimetullah (Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılmak) ruhuyla yani engin bir cihad sevdasıyla olmuştur. Böylece Selçuklular ve Osmanlılar bu heyecan verici mefkûrenin tesiriyle dünya tarihine yön veren hâkimiyetler kurmuşlardır.

Kızılelma (ila-yı kelimetullah) mefkûresi İslam fütuhatını şaşkınlık verici bir genişliğe ulaştırmıştır. (1)

____________________________________________________________

(1) Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi (İstanbul-1980), 363-374; Türk Ansiklopedisi (MEB, Ankara-1975), 22/94;  M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (İstanbul-1983), 2/278; Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (İstanbul—1982), 5/346; Ömer Seyfeddin, Kızılelma Neresi?

Uteybe’yi Arslan Nasıl Parçaladı?

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı Yazar

UTEYBE’Yİ ARSLAN NASIL PARÇALANDI ?

Ebu Leheb, Hz Peygamber Aleyhisselam’ın amcası ve azılı düşmanlarından biriydi. Öfkelendiği zaman yanakları kızardığı için Ebu Leheb (alev babası) lakabıyla meşhur olmuştur.

Mekke’nin ileri gelenleri arasında olan Ebu Leheb, İslâmiyet’ten önce Hz Peygamber’in dostuydu. Ve iki oğlundan birini O’nun kızıyla evlendirmiş, diğerini de yine O’nun kızıyla nişanlamıştı. Ancak peygamber olduktan sonra şiddetle kendisine karşı çıktı.     

Rasûl’i Ekrem Aleyhisselam, Safa Tepesi’nde ilk olarak Kureyş’e açıktan ilahi davette bulunmuştu. Dinleyenler arasında bulunan Ebu Leheb, söylenenlere çok kızıp, bağırdı. Ve çirkin sözler söyledi.

Bundan böyle Ebu Leheb, Hz Peygamber’i devamlı takip ederek, O’nun bir sihirbaz ve yalancı olduğunu, kavmini birbirine düşürdüğünü, sözlerine itibar edilmesi gerektiğini söylüyordu.     

Ebu Leheb, Hz Peygamber’in (önceden dostu ve) amcası olduğu halde Müslüman olmadığı gibi, Resûlullah’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmaktan da asla geri kalmazdı.

Evi Hz Peygamber’in evinin hemen yanında olduğu için O’nun evini sık sık taşa tutar veya başkalarına taşlatırdı. Hatta bununla da kalmaz, kapısının önüne leş ve benzeri her çeşit pisliği atmaktan çekinmezdi.

Ebu Süfyan’ın kız kardeşi olan karısı Ümmü Cemil de, Rasûl’i Ekrem’in en şiddetli muhalifi ve düşmanıydı. Kocası gibi o da eliyle ve diliyle çok eziyet ederdi.

Hz Peygamber’in geçtiği yollara her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçar ve bundan zevk alırdı. Oğulları Utbe ve Uteybe de ana babası gibi Resûlullah’ın büyük düşmanlarındandı.

Ebu Leheb ve karısının Resûl-i Ekrem’i rahatsız eden bu davranışları üzerine Tebbet Suresi nazil oldu.

Bu surenin nazil olmasından sonra Ebu Leheb’in oğullarına babalarının emirleriyle evli ve nişanlı oldukları Hz peygamber’in iki kızını boşadılar.

Bu olay şöyle olmuştur. Peygamber Aleyhisselam’a Peygamberlik gelmeden önce Ebu Leheb’in oğlu Uteybe ile Peygamberimiz’in kızı Ümmü Gülsüm evlenmişti. Hz Peygamber’in diğer kızı Rukıyye de Ebu Leheb’in oğlu Uteybe ile nişanlı olup henüz evlenmemişlerdi.

Tebbet Suresi nazil olunca Ebu Leheb ve karısı Ümmü Cemil, oğullarına: ‘Oğullarım, Muhammed’in kızlarını boşayın. Çünkü onlar dinden çıkmışlardır. Eğer onları boşamazsanız aranızda kalmak bize haram olsun.’  dediler.

Bunun üzerine Uteybe, Resûlullah’a gelerek; ‘Ben senin dinini tanımıyorum. Kızını da boşadım. Artık ne sen beni sev, ne de ben seni seveyim. Ne sen bana gel, ne de ben sana geleyim.’ Diyerek Peygamberimiz’e saldırıp gömleğini yırttı.

Hz Peygamber Uteybe’nin bu davranışına karşı; Yarabbi! Buna canavarlarından birini musallat et! Diye dua etti. Bunu duyan Ebu Leheb Muhammed’in oğluma bedduasından korkuyorum diyerek endişelenirdi.

Uteybe tacirdi. O sırada Şam’a gitmek için kervanla yola çıktı. Zerka diye anılan bir yerde geceleyin konakladılar. O gece bir arslan gelip edraflarında biraz dolaştıktan sonra dönüp gitti.

Başına bir hal geleceğinden korkan Uteybe; ‘Vay anam vay! Vallahi Muhammed’in dediği gibi bu arslan beni yiyecek.’ Diyerek iyice telaşlandı.

Arkadaşları Uteybe’yi emniyete almak için ortalarına alıp öylece uyudular. Arslan gene geldi. Yavaş, yavaş koklaya koklaya, uyuyanların arasından geçerek Uteybe’nin yanına kadar sokuldu. Uteybe’nin başını yakalayıp, öyle bir ısırdı ki hemen işini bitiriverdi. Ebu Leheb’in ve Uteybe’nin korktukları başlarına geldi!

Hz Osman, önce Rukıyye ile evlendi. O’nun ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm’le evlendi. Bundan dolayı O’na ‘Zinnureyn-iki nur sahibi’ denmiştir.(1)

____________________________________________________________________

(1) M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi (İstanbul–2001), 1/352-358; M. Yusuf Kandehlevî; Hayatü’s-Sahabe (İstanbul-1991), 1/24 3-244; M. Ali Kapar, Ebu Leheb/TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-1994) 10/178; Türkiye Gazetesi/Yeni Rehber Ansiklopedisi, Ebu Leheb (İstanbul-1992), 6/120.

Üç Üzüm Tanesi Nasıl Üç Küp Altın Oldu?

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı Yazar

ÜÇ ÜZÜM TANESİ NASIL ÜÇ KÜP ALTIN OLDU?

İbrahim Ağa, Arakiyeciler Çarşısı’ndaki dükkânında takke ve arakiye (kavuğun içine giyilen ter-lik)  yapıp satarak geçinen ‘sofu’ bir kimseydi.

İbrahim Ağa, bir gece rüyasında:

– Bağdad’a git,  Medinetü’s-Selam Köprüsü’nden geçip İmam-ı Azam Kapısı’ndan gir. Köprünün tam karşısında bir hurma ağacı ve buna sarılı bir asma var. O asmadan üç üzüm tanesi kopar ve ye! Senin kısmetindir. Diye sabaha kadar seslenildiğini gördü. Fakat bu rüyaya pek önem vermedi. Ve ‘Hayırdır inşallah’ deyip geçti.

Doğrusu üç üzüm tanesi için o günün zor şartlarında Bağdad’a gitmeyi aklından bile geçirmedi. Ancak aynı rüyayı bir müddet sonra tekrar gördü.

Ve her gece de görmeye devam etti. Nihayet bu işin içinde bir başka iş olduğunu sezerek, ne olursa olsun Bağdad’a gitmeye karar verdi. Ve hazırlıklarını tamamladıktan sonra İstanbul’dan ayrıldı.

Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra 4-5 ay içinde Bağdad’a vardı. Medinetü’s-Selâm Köprüsü’nden geçerek İmam-ı Azam Kapısı’ndan girdi. Ve köprünün tam karşısında hurma ağacına sarılı asmayı görünce yüreğine su serpildi.

Çok acıktığından önce bir lokantaya girip karnını doyurdu. Sonra, asma ağacının kimsenin malı olmadığını öğrenince, o asmadan bir salkımdan üç tane üzüm koparıp yedi.

Tatlı, hoş kokulu ve güzel bir üzümdü… Artık rüyası gerçekleşmişti; biran önce İstanbul’a dönebilirdi… İstanbul’a giden kervanın hemen bugün Cuma Namazı’ndan sonra Acem Çarşısı Kapısı’ndan kalktığını öğrendi. Fakat bu kapı şehrin taa öbür ucundaydı.

Bu sırada, deminden beri orada oturan birisi, yanına yaklaştı ve kendisinin de o tarafa gittiğini, isterse onu da götürebileceğini söyledi… Adam ile İbrahim Ağa yolda giderken, adam İbrahim Ağa’nın İstanbul’dan bugün, biraz evvel gelip aynı gün geri döneceğini öğrenince şaşırdı ve:

– Sanki o asma ağacından üç üzüm yemek için gelmişsin! Dedi.

– Doğru, zaten bunun için geldim.

Adam hayretler içinde kaldı… Bunun üzerine İbrahim Ağa bütün macerasını adama anlattı. Bu ise adamı iyice şaşırttı. Ve:

– Senin gerçekten aklından zorun var! Bir rüya için bu zahmete katlanılır mı?  Mesela ben, son bir yıldır bir rüya görüyorum… Rüyamda bana ‘Kalk İstanbul’a git. Orada, Topkapı Semti’nde Arakiyeci İbrahim Ağa’nın kömürlüğünde üç küp altın var.

Çıkar, al.’ Diyorlar. Ama ben senin gibi divane olmadığımdan hiç aldırış etmiyorum. Yoksa benim için İstanbul’ gidip, o evi bulup, bir misli fazlasına satın almak çok zor bir iş değil. Fakat buna inanmadığımdan yapmıyorum.

İbrahim Ağa, işte o zaman ayağına gelen kısmetin ne olduğunu anlayarak hiç sesini çıkarmadan, hemen kervanla yola çıktı…

İstanbul’a varınca kömürlüğü yoklayıp hakikaten üç küp altın olduğunu gördü. Daha sonra altınları,  fırsat buldukça kimseye çaktırmadan, yavaş yavaş daha emin bir yere taşıdı.

Sonra 1573 yılında Takkeciler Camii’ni yaptırmaya başladı. Camii 23 yılda tamamlandı.

Böylece aynı zamanda Türk çiniciliğinin ve süsleme sanatının emsalsiz örneklerini ihtiva eden bu muhteşem eser meydana geldi. Ancak çok yazık ki: bu camiin o emsalsiz çinilerinin yarısı sökülüp Avrupa’ya taşınmıştır..! (1)

_____________________________________________________________

(1) Midhad Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri (İstnbul–1992), 151-155.