DR. MURAT ERGÜVEN
Tuhfe’nin Şerhi ve Fatıma’nın Mehri

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

TUHFE’NİN ŞERHİ VE FATIMA’NIN MEHRİ

Bugünkü Özbekistan’ın Fergana Bölgesindeki Kasan’da doğup büyüdüğü için Kasanî diye meşhur olan Mevlâna Alâüddîn (Ö.Haleb-587/1191), büyük Hanefî âlimlerimizdendir.

‘Melikü’l-ulema’ lakabıyla da tanınan Kasanî, büyük Hanefî fıkıh âlimi ‘Tuhfetü’l-fukaha’ kitabının yazarı Alaüddin es-Semerkandî (Ö. Buhâra- 39/1144) hazretlerinden fıkıh (İslâm hukuku) ilmi tahsil etmiş olup, Semerkandî’nin en büyük talebelerindendir.

İlimde emsalleri arasında hızla yükselerek zirvedeki yerini alan Mevlana Kasanî; hocasının sade bir dille yazılmış, hem ilmi hem de pratik bir fıkıh kitabı olan ‘Tuhfetü’l-fukaha’sını şerh ederek (açıklayarak) bu kitabına ‘Bedaiu’s-senai‘’ ismini verdi.

Kasanî, Bedaiu’s-senai‘ de Tuhfetü’l-fukaha’dan farklı bir tertib ve sistem takib etmiş olup, Tuhfe’yi bir hayli aşmıştır. Yani Bedai, klasik anlamda bir şerh olmayıp, yepyeni bir sistematikle yazılmıştır.

Hanefî fıkhına dair, tertib (sıralama-plan) bakımından ilk sistematik eserdir. Metinle şerh, işaretlerle ayrılmadığından şerh olduğu hiç belli değildir. Hem muhteva (içerik) hem de metod (izlenen yol ) bakımından klasik şerhlere benzemediğinden müstakil bir eser sayanlar da vardır.

Mevlâna Kasanî, çeşitli ilim yolculuklarına çıkıp çok beldeler ve ülkeler gezmiş; geniş çaplı ilmi faaliyetlerde ve münazaralarda bulunmuştur. Bir ara Konya’ya giderek Selçuklu Sultanı l. Mesud’un sarayında kalan Kasanî, buradan da Haleb’e geçti.

Haleb’de de ilim camiasınca hemen tanınıp itibar gören Kasanî’yi Selçuklu Atabeği Nureddin Zengi, kendi yaptırdığı Halaviyye Medresesi’ne müderris (hoca-profesör) olarak tayin etti.

Bir ara Haleb’den memleketine gitmeye niyetlendiyse de Nureddin Zengi, onu kalmaya ikna etmiştir. Kasanî, bundan sonra hayatının sonuna kadar burada kalıp ders okuttu.

Kasanî’nin hocası Semerkandî’nin en büyük talebelerinden birisi de kendi kızı Fatıma olup, Fatıma el-fakihe diye meşhur olmuştur. Babasından fıkıh ilmi tahsil edip, büyük bir fakih olarak yetişen Fatıma, aynı zamanda bir hadis âlimi ve hüsn-i hat ustasıydı.

Fatıma babasının yazdığı Tuhfetü’l-fukaha adlı fıkıh kitabını da ezberlemişti. Fıkıh âlimi bu hanım fıkıhta o derece yükselmişti ki, babasının verdiği fetvalarda imzası bulunurdu.

Fatıma el-fakihe, üstün fazileti, ahlakının ve cemalinin güzelliği dillere destan bir kızdı. Onunla evlenmek isteyen birçok fakih vardı. Hatta bazı Türk hükümdarları da ona talib olmuştu.

Ancak babası Semerkandî hazretleri, ‘Tuhfetü’l-fukaha’sını şerh eden güzide talebesi Mevlana Kasanî’ye mükâfat olarak kızı Fatıma’yı nikâhlamıştır. Semerkandî, böylece Tuhfe’sini ezberleyen ve şerh eden iki büyük talebesini evlendirmiş oldu.

Bundan dolayı ulema ve halk arasında Kasanî için ‘Hocasının Tuhfe’sini şerh etti kızını aldı.’ sözü meşhur olmuştur.

Mevlana Kasanî ile evlenen Fatıma el-fakihe nikâhının mehri olarak bu şerhi (Bedaiu’s-senai‘) kabul edip, başka bir şey istememiştir.

Kasanî, Fatıma ve Semerkandî (üç fakih) Kasan’da aynı evde otururlar ve oluşturdukları bu tabii fetva meclisinde halka fetva verirlerdi.

Hanefi fıkhına vakıf büyük bir âlim olan Fatıma bazen Kasanî’nin hatalarını düzelttiği gibi zaman zaman Kasanî de tereddüte düştüğü fıkhi meselelerde onun görüşlerine başvururdu.

Hat sanatında da mahir (hünerli) olan Fatıma, fetvalarını bizzat kendi hattıyla yazıp imzalamıştır. Eşi Kasanî ve babası Semerkandî de bu fetvaları şahid sıfatıyla imzalarlardı. Böylece üç imza ile fetva vermiş olurdu. (1)

_____________________________________________________________

(1) Ömer Kehhale, A‘lamü’n-nisa’ (Beyrut–1991), 4/94-95; Taşköprizade, Mevzuatü’l-ulum (İstanbul-1313/1895), 1/736; H.Mehmed Zihni, Meşahiru’n-nisa (İstanbul-1982), 2/125-126; N. Bolelli, Fatıma es-Semerkandiyye / TDV-İA (İstanbul-1995), 12/225; H.Ünal, Bedaiu’s-senai‘/TDV-İA (İstanbul-1992), 5/294; F.Koca, Kasani/TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-2001),24/531; Kasani, TG-İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, 7/49-51; Alaüddin-i Semerkandî, TG- İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, 6/110-111.

Türk’ün Buzdan Heykeli Veya Sarıkamış Faciası

Dr. Murat Ergüven – Araştırmacı Yazar

TÜRK’ÜN BUZDAN HEYKELİ VEYA SARIKAMIŞ FACİASI

Dem o dem değildir. Üç kıta yedi iklimde at koşturup hüküm süren Devle-‘i Ali Osmanî’nin eski haşmeti yoktur artık. Düvel-i (İngiltere-Fransa-İtalya-Rusya) denen Avrupa’nın açgözlü canavarları sömürge peşindedirler. Ancak Almanya bu yarışta geç kalmıştır. Ve bunu bir şekilde telafi etmek istemektedir.

Osmanlı ise o günlerde meşrutiyeti ilân etmiştir (1908). Ve İttihat Terakki iktidardadır. Onların çoğunda ise Alman hayranlığı aşk mesabesindedir. 32 yaşındaki Enver Paşa- bir ay gibi- çok kısa bir sürede yarbaylıktan (albaylık, harbiye nazırlığı ve) Başkumandanlığa yükseliverir. Artık koskoca ordu hiçbir ciddi tecrübesi olmayan bu toy delikanlının emrindedir.

I. Dünya harbinin çıkmasıyla Almanlar Enver Paşay’la gizli bir anlaşma yapar ve Osmanlı böylece üçlü ittifaka dâhil edilir. Kasım ayında (1914) Ruslar’ın Doğu Bayezit’ten sınırımıza girmesiyle Kafkas Cephesi açılmış olur.

Tecrübeli paşalar, ağır kış şartları ve ordunun ikmalsizliğinden dolayı taarruzun bahara ertelenmesini tavsiye ederlerse de “fatihlik” sevdasında olan Enver Paşa bunu kabul etmez.

21 Aralık’ta; ileride “Sarıkamış Faciası”, olarak anılacak olan o dehşet verici Sarıkamış harekâtı 120 bin civarında mehmedcikle başlar. Başlar başlamasına ama askerin sırtında yazlık elbise ve ayaklarında çarık vardır. Mühimmat yüklü gemilerimiz de Ruslar tarafından batırılmıştır.

Fakat bütün olumsuzluklara rağmen Enver Paşa fikrinden caymaz. Derhal harp planı hazırlanır. Harita üzerinde en ince detaylar dahi düşünülür; ancak adam boyu kar ve dondurucu soğuklar hiç hesaba katılmak istenmez. 21 Aralık’ta başlayan aşırı soğuklar eksi 40’ları bulmakta hatta bazen daha da aşağılara düşmektedir.

İşte bu son derece ağır kış şartlarında askerlerimiz güçlükle ilerliyordu. Akşama kadar sırılsıklam olan çarıklar ise akşam ayazında dona çekip ayakları mengene gibi kavuruyordu.

Geceyi -25 derecelik dondurucu soğukta geçiren askerimiz, donmamak için devamlı hareket ediyorlardı. Bu yiğitler, saatlerce yürürken fark edemedikleri terli vücudun donmayı kolaylaştırıcı tesiriyle, tatlı bir uyuşukluk içinde donarak can veriyorlardı.

O korkunç gece ayazından ayakları donmasın diye büyük çam ağaçlarının dallarına çıkanlar dallarda öylece donakalmışlardı. Ağaç diplerinde görülenler ise şiddetli rüzgârla dallardan aşağıya düşenlerdi.

Şiddetli soğukların yanı sıra açlık da had safhadaydı. Heybe diplerinde bulabildikleri arpa kırıntıları askerlerin tek yiyeceğiydi.  

9. Kolordu tamamen yollarda donarak öldü. Allahuekber Dağları’nı aşan 10. Kolorduda 32 bin 3 yüz askerden sadece 3 bin 4 yüz civarında bir asker kalmıştı. Kalanlar ise aç, hasta ve perişandı. Düşmanın tek bir mermisine bile maruz kalmadan 15 bine yakın Mehmedcik Allahuekber Dağları’nda donarak şehid oldu.

Tarih, çatışma olmadan tümen gücündeki böyle bir kuvvetin korkunç felaketine ilk kez şahid oluyordu. Bu savaşta Osmanlı Ordusu 90 binden fazla evladını şehid verdi.

Sarıkamış artık karşıdadır. Bir avuç mehmedcik mecalsiz, dillerinde kelime-i şehadetle, Rus mevzilerinden yağmur gibi yağan kurşunları hiçe sayarak şehadete yürürler.

Kalan 75 kahramandan hedefe yalnız 18’i ulaşmıştır. Mevzilenemezler bile. Kimi yiğitler diz çöküp nişan almışlar, tetiğe basmak üzereyken, kimisi ayakta dürbünüyle düşman mevzilerini gözetlerken, gözleri açık donakalırlar.

Sabahleyin Rus Kurmay başkanı Pietroviç, bizim cepheyi kontrol için dürbünü eline alıp bakar. Manzara hayret vericidir. Bu hayret ve dehşet verici tablo karşısında şaşkına döner. Türkler’in askeri deha olduğunu bilmektedir. Ancak gördüklerine bir anlam veremez.

‘Bu Türkler delirmiş! Böylesine açık hedef olunur mu? Türkler gibi asker yoktur doğrusu ama bu ne acemilik ne akılsızlık.’ Diye haykırır.

Ancak yanlarına vardığında bu canların donakaldıklarını görünce nutku iyice tutulur. Ve derhal karargâhına bir rapor gönderir.

‘Allahuekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Çünkü bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı(24.12.1914). (1)


(1) Ömer Faruk Yılmaz, Belgelerle Osmanlı Tarihi (İstanbul-1999), 4/371-379.

Türkler’de Bir Cihad Sevdası: ‘Kızılelma’

Dr. Murat ERGÜVEN-Araştırmacı Yazar

TÜRKLER’DE BİR CİHAD SEVDASI: ‘KIZILELMA’

Kızılelma kelimesinin ilk defa ne zaman, nerede ve neyi ifade etmek için kullanıldığı bilinmemekle birlikte, Yenisey yazıtlarına göre, Oğuzları batıya sevk eden de Kızılelma mefkûresi olmuştur.

Özellikle Oğuzlarda Kızılelma; Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresini (ülküsünü) temsil eden bir sembol olarak kullanılmıştır. Oğuzların Müslüman olmasıyla bu mefkûre ila-yı kelimetullah (cihad) ruhuna bürünmüştür.

Son yüzyılda bazı Türkçü-Turancı yazarlar, Kızılelma’yı artık bu gelenekselleşmiş halinden farklı bir kavram şekline getirerek, Türklerin yaşadıkları topraklara yönelik bir ideal olarak kendilerine sembol edinmişlerdir.

Kızılelma; Oğuzlar için ülkelerin fethini amaçlayan bir semboldür. Yani oğuzlar nereye sefere çıkarlarsa kazanacakları zafer, kazanılmadan önce Kızılelma’dır.

Bu mefkûrenin Oğuzlarda soyut bir anlam ifade etmesine rağmen somutlaşıp, şiddetle murad edilen bir ülkü haline gelmesi daha çok Osmanlılardadır.

Bu sembolün bir yerde ve maddede canlandırılması, yani fethedilecek yerin isminin belirlenmesi de bunu göstermektedir.

Kızılelma; Türk tarihinin seyri içinde fethedilmesi gereken bir yer veya alınması hedeflenen taht-saltanat olmuştur; ya da taht ya da mabed üzerinde parlayan ( ve cihan hâkimiyetini temsil eden) som altıntopun sembolüdür.

Bu yüzden bazen İstanbul’da Bizans İmparatoru’nun tahtındaki veya Ayasofya Kilisesi’ndeki som altıntop, İstanbul’un fethinden sonra ise Roma Saint Pierre Katedralindeki altıntop, karşımıza ‘Kızılelma’ olarak çıkmaktadır.

Tabii ki bütün bunlar her ne kadar somut gibi görünse de, asıl hedeflenen bu yerlerin fethinden sonra Türkleştirilip İslamlaştırılmasıdır.

Esasen Selçukluların ve Osmanlıların amaçlarına sembol olan Kızılelma, önceleri İstanbul’un fethi ve Bizans İmparatorluğu’na hâkim olmaktı. Ve gerçekten Osmanlı padişahları da tarihi Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’ne eskiden daha kuvvetli bağlanarak, İstanbul’u bu hâkimiyetin ilk merhalesi ve merkezi saymışlardır.

Anadolu’nun ilk Türk hükümdarlarından l. Kılıçaslan’ın gayretleri, Osman Gazi’nin vasiyetleri ve Yıldırım Bayezid’in talimatlarında Kızılelma, İstanbul’un fethine dair mefkûreyi ifade etmektedir. İstanbul’un fethinden sonra bu sefer istikamet Roma’ya ve bütün Frengistan’a çevrilmiştir.

Hakikaten bu mefkûre, dünya hâkimiyetini temsil eden iki büyük şehrin fethedilerek, cihanın tek hâkimi olma arzusudur.

Osmanlı askeri, devlet adamları ve padişahları için varılacak hedef artık ‘Rim Papa’ (Roma Papalığı) Kızılelma’sı olmuştur. Yeniçeriler ve halk arasında da ‘ehli İslâm Kızılelma’ya değin fethedilecektir.’ diye yayılmıştır.

Kızılelma; Türk’ün zafer gayesi, fütühatın serhaddi (son sınırı), Türk’ün anladığı en son ve en uzak coğrafi noktadır…

Asırlar ilerledikçe, şehirler ve ülkeler fethedildikçe Kızılelma’nın temsil ettiği yer de her defasında değişmiş ve Kızılelma, padişahın sefer muradettiği yer haline gelmiştir.

Nitekim meşhur hikâyecimiz Ömer Seyfeddin (1884-1920)’in ‘Kızılelma Neresi’ adlı hikâyesinde, padişah divanında münakaşası yapılan bu mevzuda askerler ve ulemadan bazıları fikirlerini söylerler; en sonunda Kanuni: ‘Gördünüz ya Kızılelma benim gitmek istediğim ve Hakk’ın beni götüreceği yerdir.’ diyerek mevzuyu toparlar.

Yapılan bütün seferler ila-yı kelimetullah (Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılmak) ruhuyla yani engin bir cihad sevdasıyla olmuştur. Böylece Selçuklular ve Osmanlılar bu heyecan verici mefkûrenin tesiriyle dünya tarihine yön veren hâkimiyetler kurmuşlardır.

Kızılelma (ila-yı kelimetullah) mefkûresi İslam fütuhatını şaşkınlık verici bir genişliğe ulaştırmıştır. (1)

____________________________________________________________

(1) Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi (İstanbul-1980), 363-374; Türk Ansiklopedisi (MEB, Ankara-1975), 22/94;  M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (İstanbul-1983), 2/278; Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (İstanbul—1982), 5/346; Ömer Seyfeddin, Kızılelma Neresi?