DR. MURAT ERGÜVEN
Osmanlı’da Enderûn ve İç Oğlanı

Dr. Murat ErgüvenAraştırmacı

OSMANLI’DA ENDERÛN VE İÇ OĞLANI

Osmanlı Devleti’nin saray teşkilatı ve enderûn, hayret ve hayranlık uyandıracak fevkalade bir sisteme sahip esrarlı bir âlemdi. Saray-ı Hümayun denen Osmanlı sarayı; Bîrun-i Hümâyûn  (sarayın dışı), Enderûn-i Hümâyûn   (sarayın içi) ve aileye mahsus Harem-i Hümâyûn olmak üzere üç kısımdı. Enderûn-i Hümâyûn, devlet merkezi olan Saray-ı Hümâyûn dâhilinde padişahın günlük hayatını geçirdiği selâmlık dairesiydi.

Enderûn Mektebi ise saray personelinin ve adaylarının yetiştirildiği Enderûn-i Hümâyûn ile dış saraylarda etkinlik gösteren eğitim kurumlarıdır. Ancak (dış saraylar denen) Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa (ve bir ara İskender Çelebi) Sarayları Enderûn-i Hümâyûn’a talebe hazırlamaktaydı.

Buralarda talebeler Türkçe okuma-yazma öğrenip, Türk-İslâm terbiyesiyle yetişirlerdi. Çıkmalarda (mezuniyet sonrası atama) en kabiliyetlileri Enderûn-i Hümâyûn’a seçilerek alınırlardı. Genel olarak Enderûn Mektebi talebelerine ve Enderûn-i Hümâyûn’daki saray (maaşlı devlet başkanlığı) personeline/talebelerine de  ‘iç oğlanı’  denirdi.

İç oğlanları; sîmâ ve kıyâfet ilmine göre dikkat ve titizlikle seçilen zekî, yakışıklı, düzgün fizikli, iyi huylu, kibar Hıristiyan tebaa çocukları ve savaş esirleri arasından seçilen devşirmeler (Müslüman olan çocuklar) idi.

Tarihte ilk zekâ testi de bu seçmelerde uygulanmıştır. Devlet yönetiminde gerçek bir hizmet sahası olan Enderûn-i Hümâyûn devletin yönetim kademelerinde hizmet edeceklerin işbaşında yetiştirildiği, bünyesinde Siyâsal Bilgiler Fakültesi, Harb Akdemisi, Güzel Sanatlar Akademisi ve Konservatuar bulunan, tatbikat yapan siyâsî-askerî mahiyetli bir saray üniversitesiydi.

Neredeyse bütün büyük devlet makamları ile kapıkulu ocaklarının çoğu Enderûn’dan yetişmiştir. (Şeyhu’l-İslâmlar, sadrazamlar, kaptan paşalar, beylerbeyi-ler, sancak beyleri; kemankeş (okçu), hattat, nakkaş, musıkîşinas, besteci vb. sanatçılar…)

Enderûn-i Hümâyûn’da iç oğlanları bir yandan sarayın ve padişahın hizmetlerini görürken diğer taraftan da sistemli ve mükemmel bir tahsil ve terbiye görürlerdi. Böylelikle hem askerî temele dayalı resmî Osmanlı mefkûresi öğretiliyor, hem de padişaha tam bağlı yönetim kadrosu hazırlanıyordu.

Büyük ve Küçük Odalar, Doğancı Koğuşu, Seferli Oda, Kiler, Hazine Odası ve Has Oda olarak sınıflandırılan Enderûn-i Hümâyûn’un Büyük ve Küçük Odalarında iç oğlanları okuma-yazma ve Kur’an dersi görürlerdi.

Diğer sınıflarda dînî ve fennî  (pozitif) ilimlerle Arabca ve Farsça da öğrenirler, çeşitli sportif faaliyetler yaparlardı. İstidadı olanlara binicilik, atıcılık, silahşörlük (kılıç, ok vb.) de öğretilirdi. Yine kabiliyeti olanlardan hat, nakış, musıkî vb. sanatlarla uğraşanlar da olurdu.

Sırası gelenler çıkma denen atamalarda liyâkat ve kabiliyetine göre saray haricinde çeşitli devlet hizmetlerine (makamlarına) getirilirlerdi. Uzun ve çok disiplinli bir eğitim olup, itaatsizlik söz konusu değildi. Saray edeb, ahlâk, terbiye ve nezâketine aykırı hareket edenler ileri sınıflara yükselemezlerdi. İleri sınıflara yükselenler subay rütbesi taşırlardı.

Oda adı verilen sınıfların en yükseği ‘Has Oda’  olup, Hırka-i Saadet ve Mukaddes Emanetler burada bulunmaktaydı. Burada padişahın şahsî hizmetlerini de gören albay rütbesinde 40 genç bulunur; bunlar aynı zamanda Hırka-i Saadet dairesini temizlerler, mukaddes emanetleri korurlar, eşyaların bakımını yaparlar, mübarek gecelerde kokulandırıp Kur’an okurlardı.

İşte son derece zekî ve yetenekli bu gençler Enderûn-i Hümâyûn’da (sarayda) devlet ciddiyetiyle yetiştirilmişlerdir.

Ancak yerli ve yabancı İslâm ve Osmanlı düşmanı bazı tarihçi ve romancılar ‘iç oğlanı’ ve ‘Has Oda’ terimlerinden hareketle, mahiyetini ya incelemeden ya da bile bile padişahların bu gençlerle burada iğrenç nefsani işler (oğlancılık) yaptıklarını iddia etmişlerdir.

Baştan beri anlattığımız gibi tamamen İslâmî terbiye ile yetişen bu personele ‘İç oğlanı’ denmesi bu genç-bekâr delikanlıların İç Saray (Enderûn-i Hümâyûn)’da istihdam edilmelerindendir. ‘Has Oda’nın mahiyeti ise yukarıda açıklanmış olup, iddialar ile hiçbir alakası yoktur. Padişahların da böyle bir şey yapmadıkları açıktır.

Bu iftiralar ilme, akla ve izâna sığmamaktadır. İnsâf, izân ve sağduyu sahipleri için her şey meydandadır. (1)

_____________________________________________________________________

(1) İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nde Saray Teşkilatı (Ankara–1988), 297-357; Y. Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi (İstanbul-1983),  8/299-307; M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (İstanbul-1983), 1/7-18, 533-536, 2/28-29; O. Ergin, Türk Maarif Tarihi (İstanbul-1977),  1-2/11-40; M. İşpirli, Enderûn / TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-1995), 11/185-187; A. Şimşirgil, İç oğlanı / TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-2000), 21/449-450; İ.  Parmaksızoğlu, Enderûn / MEB-Türk Ansiklopedisi (Ankara-1968), 15/193-196; A. Akgündüz- S. Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı (İstanbul-1999), 1001-105.

Pîrî Reisin Esrarengiz Dünya Haritaları

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

PİRİ REİS’İN ESRARENGİZ DÜNYA HARİTALARI

Dünyaca ünlü büyük bir deniz amirali olan Pîrî Reis (1475-1555) aynı zamanda dünyanın en büyük, en mühim kartograf (haritacı), deniz haritacısı ve coğrafyacılarından biridir. Çocuk yaşta, (amcası meşhur denizci) Kemâl Reis’in yanında deniz akınlarına katılmıştır. Meşhur deniz amirali 16. Asırda dünya ilim tarihinde de en yüksek mevkidedir.  

İlk Osmanlı haritacısı Pîrî Reis, 1500’lü yıllarda iki farklı dünya haritası resmetmiştir. Bu haritalar 1929’da Topkapı Sarayı’nın müze olarak düzenlendiği sırada tesadüfen bulunmuş ve sonra da dünya ilim âlemine tanıtılmıştır.

İlk harita 1513’te resmedilmiş ve 1517’de Sultan Yavuz’a sunulmuştur. Bu haritalardan günümüze ulaşan Atlas Okyanusu ve kıyılarını (Amerika dâhil) gösteren bir parçası kalmıştır. Ceylan derisi üzerine renkli olarak mükemmel bir şekilde resmedilerek çizilen harita, Pîrî Reis imzasını taşımaktadır. Pîrî Reis haritayı yaparken pek çok doğulu ve batılı denizcinin haritasından yararlanmıştır.

Haritanın yapılışından yıllarca sonra keşfedilen yerler bile detaylarıyla, gerçeğe uygun olarak çizilmiştir. Antarktika’yı (hatta dağlarını) bile göstermiştir. Bu kıta ise ancak 200-250 yıl sonra keşfedilmiştir. Buradaki dağların varlığı ise 1954’te keşfedilen ‘SONAR’ aletiyle tespit edilebilmiştir.

İlk haritadan 15 yıl sonra yaptığı dünya haritası öncekinden daha büyük ölçeklidir. Ve dünyanın kuzeybatısını göstermektedir. Pîrî Reis, bu haritada ilk haritadaki hatlarını düzeltmiştir.

Bütün dünyada hayranlık uyandıran harita, deve derisi üzerine sekiz renk olarak ve büyük bir doğrulukla resmedilmiştir. Harita Atlas Okyanusu’nun kuzey kesimlerini, Kuzey ve Orta Amerika kıyıları ve Grönland’dan Florida’ya kadar olan sahil şeridini içerir. Her iki haritanın kenarlarında da ülkelerin özelliklerine ilişkin resimler ve buralara ait bilgiler vardır.

Pîrî Reis, Grönland’ı üç ayrı ada olarak resmetmiştir. Bu durum ise  ancak son yüzyılda;  uydudan çekilen fotoğraflar sayesinde anlaşılabilmiştir. Haritanın yapılışından 25 yıl önce keşfedildiği iddia edilen Amerika’nın, teferruatıyla izâh edilmesi, buraların Müslümanlar tarafından daha önceden bilindiğine açık bir delildir.

Pîrî Reis ise buraların daha önceden bilindiğini (Kitab-ı Bahriye adlı eserinin 39/a sayfasında şöyle ifade etmektedir: “Lodos yönünde bulundu ol diyar/ Sebte’den (Cebel-i Tarık)  dört bin mil ötedir ey yar. Hangi tarihte bulundu iş bu yer/ Şerh edeyim tarihçiler gör ne der. Hicri tarih bu idi ol zaman/ Ta sekiz yüz yetmiş idi ol an (1465 m). İş bu tarihte bulundu ol zemin/ İsmine Antiller dediler hemin.”

Teknik bakımdan döneminin haritalarından çok ileri olan bu haritalar, modern küreye uygulandığında dünyanın yuvarlaklığı esasına göre çiziliği ve tamamen doğru olduğu anlaşılmıştır. Daha sonra da uydudan çekilen fotoğraflarla karşılaştırılmış, tıpatıp aynı denecek derecede birbirlerine uydukları görülmüştür.

Harita çiziminde kullanılan hassas teknolojik aletlerin, uydu ve uçakların bulunmadığı bir çağda böyle haritaların yapılabilmesi dünya ilim âlemi tarafından hayranlık ve takdirle karşılanmıştır.

Bu doğrulukta bir harita ancak uydu ve uçaktan çekilen fotoğraflarla ve hassas aletlerle çizilebilmektedir. Son çağ bilim adamları ise bu haritaların ancak göğe yükselmeyle çizilebileceğini vurgulamaktadırlar. Hatta bu haritalar uydudan çekilen fotoğraflara göre çizilmiş diyen bilim adamları da olmuştur.

Dünya ilim camiasını şaşkına çeviren, hayrete düşüren ve hayranlık uyandıran bu haritalar, düşünce boyutunu aşmakta ve mantık kurallarına uymamaktadır. Günümüze bile denizlerde dolaşarak bu mükemmellikte harita çizmek mümkün değildir.

Haritalar, sır peresi aralanıncaya kadar şaşkınlık, hayret ve hayranlık uyandırmaya devam edecektir. Ancak Pîrî Reis’in (Kitab-ı Bahriye’sinin 13/a sayfasındaki) şu sözleri sır perdesini aralamaya belki yardımcı olabilir: “Şimdi bil ki harita velâyet işidir/ Buna değme (adi-olur olmaz) kişi işi demeyin.” (1)  

_____________________________________________________________

(1)Kitab-ı Bahriye, İslâm Ansiklopedisi; Türk Ansiklopedisi; Ana Britannica; Büyük Larousse; Osmanlı Ansiklopedisi; İlim ve Din; Yeni Rehber Ansiklopedisi;  Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi.

Görselin kaynağı: https://stratejikortak.com/2020/04/piri-reis-ve-gizemli-haritasi.html

Saltanat Koruyan Mektup

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

SALTANAT KORUYAN MEKTUP

Dönemin ileri gelen devlet başkanlarını İslam’a davet için mektuplar gönderen Hz Peygamber sav, Dihye b. Halife elçiliğiyle (Rum Kayseri/ Doğu Roma imparatoru) Herakliyus’a da bir mektup göndermiştir. (Muharrem 7/ Mayıs 628).

Hz. Dihye, mektubu bu sırada Kudüs’te bulunan Herakliyus’a iletti. Hz. Peygamber’in mektubunu okuyan Herakliyus:

“Vallahi ben çok iyi biliyorum ki senin sahibin Allah tarafından insanlara gönderilen peygamberdir. Zaten bizde O’nun gelmesini bekleyip duruyorduk. Kitabımızda onun ismini ve vasfını yazılı bulmuştuk. Eğer hayatım hakkında Rumlardan korkmasaydım, O’na hemen tabi olur ve yardım ederdim. Sen bana biraz zaman tanı da ben bir araştırıp düşüneyim.” Dedi.

Herakliyus, Resûl-i Ekrem hakkında tahkikat yapmak için (Roma’daki) dostu Hristiyan bilgin piskopos / başrahip Uskuf Dagatır’a bir mektup gönderdi. Ve o sırada ticaret için Bizans topraklarında bulunan Ebu Sufyan ve arkadaşlarını çağırtıp Hz. Peygamber hakkında sorular sorup bilgi edindi.

Çok kısa zamanda Dagatır’dan da Hz. Peygamber’in zuhuru ve gerçekten peygamber olduğu hakkında bir mektup aldı. Böylece Herakliyus, Hz. Peygamber hakkında elde ettiği bilgilerin peygamberlik vasıflarına uygun olduğunu anlayınca Müslüman olmaya niyetlendi ve Rumları da İslâm’a çağırdı.

Ancak Rumların İslâmiyet’ten tedirgin olup homurdandıklarını görünce (ve dostu rahip Dagatır’ın da Müslüman olduktan sonra şehid edildiği haberini alınca) saltanatının ve hayatının tehlikeye gireceğinden korkarak sözünden çark edip; ‘Ben O’na tabi olmaya güç yetiremeyeceğim.” diye vazgeçti.

Herakliyus, Hz. Dihye’ye pek fazla hürmet edip, O’nu Hz. Peygamber’e yazdığı bir mektup ve birçok hediyelerle Medine’ye uğurladı. Medine’ye varan Dihye, Resul-i Ekrem’e Herakliyus’un mektubunu verip, bütün olanları anlattı. Herakliyus mektupta; İsa’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın Resulü Muhammed’e Rum Hükümdarı Kayser tarafındandır. Elçin, mektubunla birlikte bana geldi.

Ben şehadet ederim ki; sen Allah’ın Resulüsün! Biz zaten seni yanımızdaki İncil’de yazılı bulmuştuk. İsa b. Meryem, seni bize müjdelemişti. Rumları sana imam etmeye davet ettimse de yanaşmadılar, kaçındılar. Onlar beni dinleselerdi, kendileri için muhakkak ki hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup da sana hizmet etmeyi, senin ayaklarını yıkamayı ne kadar arzu ederdim! Diyordu.

Hz peygamber Kayser’in mektubunu okuyunca:

Mektubum yanlarında bulundukça onların saltanatları devam edecektir’ Buyurdular.

Resul-i Ekrem’in elçisini ve davetini son derece güzel karşılayan Herakliyus, Hz. Peygamber’in gönderdiği mektubu (okuduktan sonra öpüp gözlerine sürüp başına koymuş ve) atlas bir ipeğe sararak altından bir kutunun içine koyup saklamıştı. Kayser hanedanı katında nesilden nesile devreden bu mektup H.464 yılına kadar Alfons b. Ferdinand’ın yanındaydı. Ondan da torununa kaldı.

V. Memluk Meliki Mansur (Ö.H/689-m/1290)’un Avrupa’ya elçi olarak gönderdiği Seyfeddin Kılıç, bu mektubu Avrupa Kralı’nın kendine gösterdiğini şöyle anlatır:

Kral bana: ‘Ben sana yüce bir armağan sunacağım. Bu sizin peygamberinizin atam Kayser’e göndermiş olduğu mektubudur. Bu mektup bize bu güne kadar miras kaldı. Bize ata ve babalarımızdan tavsiye ve tenbih edilmiştir ki; bu mektup yanımızda bulundukça saltanat bizden gitmeyecektir. Biz onu son derece titizlikle korumakta ve ona saygı göstermekteyiz. Saltanatımızın devam etmesi için onun yanımızda bulunduğunu Hristiyanlardan da gizli tutmaktayız.’ Dedi.

İşte bu hanedan bu mektubu muhafaza ederek yüzyıllarca hüküm sürmüştür.(1)

______________________________________________________

(1) M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi (İstanbul–2001), 5/385-405; M. Yusuf Kandehlevî; Hayatü’s-Sahabe (İstanbul-1991), 1/108-111; Muhammed Hamidullah; İslâm Peygamberi (Ankara-2003), 1/332-350; Muhammed Hamidullah, Hz Peygamber’in Altı Diplomatik Mektubu (İstanbul-1990 ), 111-131.