DR. MURAT ERGÜVEN
Minarelerden Yükselen Güzel Bir Şiir

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

MİNARELERDEN YÜKSELEN GÜZEL BİR ŞİİR

Osmanlı dîvân şâirlerimizden Nâbî (1642-1712), Urfa’da doğdu. Asıl ismi Yusuf’tur. IV. Mehmed zamanında İstanbul’a gelip, Vezir Muhasip Mustafa Paşa’nın dîvân kâtibi oldu. Şâir Nailî ile görüşerek şiir kabiliyetini geliştirdi.

Dîvân kâtibliği esnasında IV. Mehmed’in iltifat ve ikramına nail olan Nâbî, hoş sohbeti, engin kültürü, tatlı ve tesirli söz söylemesiyle kısa zamanda saray çevresinin en yakın şâiri oluverdi.

Dîvân edebiyâtına farklı bir soluk getirerek başarılı olan Nâbî’ye zamanının edebiyâtçıları ‘şeyh-üş-şuarâ’  ünvânını vermişlerdir. Nâbî, kendisinden sonraki şairler tarafından da üstâd olarak kabul edilmiştir.

Gayet mütevâzî (alçak gönüllü-gösterişsiz) olan Nâbî, Arapça’da ‘yok’ mânâsına gelen ‘nâ’ ve ‘bî’ eklerini birleştirerek “Nâbî” kelimesini kendisine mahlas yapmıştır. 

Nâbî, şiirlerinde iyiyi, doğruyu ve ahlâkı öğretmeyi amaçlamıştır. Düşünce ve hikmet sahibi olan Nâbî, şahsî duyguları ve gönül arzularını aşmış, hakîkî bir Müslüman hayatını hem yaşamış hem de şiirlerinde işlemiş bir gönül adamıdır.

Aynı zamanda velî bir kişi olan şâir Nâbî’nin gönlüne genç yaşta (36) hac farîzâsını edâ etmek düşünce padişahtan izin alarak, devlet ricâlinden oluşan bir hac kafilesiyle yola çıkar…

Medîne-i Münevvere’ye yaklaştıkları gece Nâbî’nin gözlerine peygamber aşkıyla uyku girmez. Fakat bir ricâl-i devlet (devlet büyüğü) ayaklarını kıbleye uzatmış uyumaktadır…

Nâbî, son derece üzgündür, ama bir türlü de adamı ikâz etmeye cesaret edememiştir. O anda irticâlen (düşünmeden ve birdenbire) zât-ı muhteremi uyandıracak bir sesle nâtı söyler:

Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!

Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafa’dır bu.

Habîb-i Kibriyâ’nın hâb-gâhıdır fazîletde,

Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu..

                                       *   *   *

Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.

“Edebi terk etmekten sakın! Zîrâ burası Allah’ın sevgilisinin bulunduğu yerdir; Allah’ın nazar evi; Resûlullah’ın makâmıdır. Burası Allah’ın sevgilisinin ıstırahatgâhıdır; Fazîlet yönünden de Allah’ın arşının en üstündedir…

Ey Nâbî! Bu dergâha edebin şartlarına riayet erek gir, zîrâ burası büyük meleklerin, etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetine eğilerek öptüğü takva yeridir.”

Şiiri duyan zât-ı muhterem bu nâtı kendisine söylendiğini anlar ve hemen toparlanır…

Kafile sabaha yakın yola çıkar, sabah ezânından önce Mescîd-i Nebî’ye vardıklarında bütün minârelerden semâya Nâbî’nin bu nâtı yükselmektedir.

Bu durum karşısında şaşıran Nâbî ve O zât sabah namazından sonra müezzinlerle görüşürler… Bu nâtı kimden ve nasıl öğrendiklerini sorarlar. Müezzinlerde:

Hz Peygamber (SAV)’in bu gece Mescîd-i Nebî’deki müezzinlerin rüyâlarına girerek sabah ezânından önce kendisini ziyârete gelen Nâbî’yi karşılamak üzere bu nâtı okumalarını istediklerini söylerler..!

Nâbî’nin edeb dersi Hz Peygamber (SAV)  tarafından işte böyle tâclandırılmıştır.(1)


(1)Osmanlı Ansiklopedisi (İstanbul–1993), 5/60-61; Evliyâlar Ansiklopedisi (İstanbul-1992), 9/270-271; Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, 5/189-190; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, 17/ 138-139; Yeni Rehber Ansiklopedisi (İstanbul-1994), 15/100-101.

Nureddîn Zengî Peygamberimize Nasil Yetişti?

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

NUREDDÎN ZENGÎ PEYGAMBERİMİZE NASIL YETİŞTİ?

Nureddîn Mahmûd Zengi (1118–1174/Şam), Selçuklu atabeğlerinden Musul atabeği olup, ülkesini adaletle idare ettiği için “Melik-ül Adil” olarak tanınmıştır. İlim ve din adamlarına hürmet eden Nureddîn Zengi, gayet dindar, adil ve kahraman bir devlet adamıydı. En büyük ideali haçlılarla komşu olan İslâm ülkeleri arasında tam bir iş birliği sağlamak ve kendi idaresinde haçlılara karşı sağlam bir cephe oluşturmaktı.

II. Haçlı seferlerini (1147–1149) birçok cephede etkisiz bırakan Nureddîn Zengi, ülkenin imârına da büyük önem vermiştir. İlk darü’l-hadisi (hadis üniversitesi) o kurdurmuştur. Büyük medreseler, camiler, imarethaneler (aşevi), kervansaraylar ve hastane yattırmıştır. Bunların yanı sıra rasathane kurdurup, güneş saati de yaptırmıştır.

Gayet dindar bir sultan olan Nureddîn Şehid Mahmûd Zengi, geceleri teheccüd namazı kılar ve her teheccüd namazından sonra evrâd-ı ezkârını okurdu. Bir gece yine teheccüd namazını kıldıktan sonra virdini okuyup yattığında rüyasında üç defa Peygamber Efendimiz SAV Hazretlerini görür. Ve her defasında Efendimiz Hazretleri, kırmızı yüzlü iki fena çehreli kimseyi göstererek: “Ey Nureddîn, Beni bunlardan kurtar!” der.

Nureddîn Zengi, uykudan uyanır uyanmaz rüyasını veziri Celâleddîn Mavsılî’ye anlatır.. Ve Mekke’de  ciddi bir iş olduğu kanââtiyle sabahı beklemeden vezirini de yanına alarak, kimseye haber vermeden askerî bir birlikle Şam’dan yola çıkar.. Süratle hareket eden birlikle on altı günde Medîne’ye varırlar (M. 1162).

Burada hemen büyük bir ziyafet hazırlatır. Ve şehre haber salarak bütün Medîne halkının Mescid-i Nebevî’de ziyafet için toplanmasını ister. Halka altın, gümüş dağıtırken bir taraftan da onları tek tek gözden geçirir.. Fakat Hazreti Peygamber SAV’in rüyasında gösterdiği adamları bir türlü göremez. Ve “Ziyafete gelmeyen kimse var mı? “ diye sorar.

Medîneliler de; “Hazreti Peygamber’in kabrinin bulunduğu hücre-i saadete yakın bir odada ibadet ve perhizle meşgul abid ve zâhid derviş kişiler var.. Ancak onlar yemezler içmezler.. Onlar sürekli ibadetle meşguldürler..” derler.

Derhâl onları huzuruna çağırtır. Adamlar geldiğinde onları hemen tanır. Sıkı bir araştırmadan sonra adamların İspanya’dan Papa’nın gönderdiği İspanya rahipleri oldukları ve peygamberimizin cesed-i şeriflerini Avrupa’ya kaçırmak istedikleri anlaşılır.

Adamlar bunun için Mescîd-i Nebevî’de Peygamberimizin kabrinin bulunduğu hücre-i sââdete yakın bir odaya, hizmetkâr derviş görüntüsüyle yerleşmişler. Geceleri tünel kazar, çıkan toprağı da çantalarla yakındaki Bakî Mezarlığı’na dökerlermiş. Tam tünel bitmek üzereyken Nureddîn Zengi yetişir.. Ve bu adamları orada idam ettirir..

Sultan Nureddîn, bundan sonra Peygamber Efendimiz’in türbesinin etrafında derin hendekler kazdırır. Öyle ki, Peygamber Efendimiz’in gömülü olduğu yer sanduka gibi muallâkta kalır gibi olur.. Bu hendeklere bakır, kalay, kurşun eritilip dökülür. Türbenin altı böylece yere doğru tunçtan bir kubbe olmuştur. Türbenin üzerine ise demir kafesle kubbe yaptırmıştır.

Nureddîn Şehid Zengi, böylece hücre-i sââdeti sağlam bir korumaya aldıktan sonra şeref ve sââdetle huzur içinde Şam’a dönmüştür. (1)

_____________________________________________________________________

(1) Eyüb Sabri Paşa, Miratü’l-Harameyn (Kostantiniyye–1301), 3-4/684-684; Evliya Çelebi, Seyahatnâme (İstanbul-Üçdal/Belde), 9-10/132,133; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi (İstanbul-1988), 7/550-561.

Oğuz Han Zü’l-Karneyn mi?

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

OĞUZ HAN ZÜ’L-KARNEYN Mİ?

Hun-Oğuz destanı kahramanı olan Oğuz Han, Kara Han’ın oğludur. Üstün kahramanlık ve teşkilatçılık vasfına sahip olan Oğuz Han, Allah’ın varlığına ve birliğine inanırdı.

Oğuz boylarının canına ve malına zarar veren bir canavarı öldürerek meşhur olmuştur. Oğuz Han’ın Türkçe ‘Alper Tunga’, Çince ‘Mete’, Farsça ‘Efrasiyab’ olduğu da rivayet edilmiştir.

Hun (Türk) Devleti’ni en geniş sınırlarına ulaştırarak imparatorluk haline getiren Oğuz Han hakkında, Kitab-ı Cihân Nümâ müellifi (yazarı) Neşri, şöyle demektedir. “Soyu Nuh Aleyhisselam’a dayanmaktadır (Nuh oğlu Yafes oğlu Bulcas oğlu Zib-bakoy oğlu Kara Han oğlu Oğuz Han).

Babası Kara Han dinsiz, kâfir ve zorbaydı. Kara Han, Türkistan’dan şark ve garp beldelerine sahip olup, Oğuz nam bir oğlu oldu.

Hak Teâlâ onu tevhide irşâd etti. Türk ileri gelenlerinden ilk iman eden Oğuz’dur. Oğuz, güzel ahlaklı bir delikanlı ve heybetli, yiğit-cesur, cömert- ikram sahibi, güzel çehreli, iyi niyetli bir kimseydi.

İslam nuru yüzünde parlardı. Türkler onun güzel yüzüne hayret ederlerdi. Ve Türkler’den kavmini ilk olarak Allahü Teâlâ’ya davet eden Oğuz Han’dır.

Oğuz Han hudaperest olup, halkı hakka davet etmeyen babasıyla arasında muharebe oldu ve Kara Han öldü. Oğuz, atasının bütün memleketlerine malik olup, şarktan garba sahip oldu.

Bu durum Hz İbrahim zamanındaydı. O’na iman getirmişti. Türkler, Kur’an-ı Kerim’de anılan İskender-i Zü’l-Karneyn meğer bu ola derlerdi…”

Zü’l-Karneyn’in peygamber olup olmadığı hakkında çeşitli görüşler vardır. Fakat salih (veli) bir kişi olduğu kanaati daha kuvvetlidir. Asıl ismi İskender’dir. Kur’an-ı Kerim’de (18, el-kehf, 83, 86, 94) kıssası zikredilmiştir.

Doğuya ve batıya gittiği, Asya ve Avrupa devletlerini hâkimiyeti altına aldığı için İskender-i Zü’l-Karneyn diye anılmıştır. Nuh Aleyhisselam’ın soyundandır. Yemende yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo’nun talebesi Makedonyalı İskender’den daha önce yaşamıştır.

Kur’an’da Zü’l-Karneyn’in salih bir zat olup, Allah tarafından yeryüzündeki insanları tebliğ ile vazifelendirildiği ve O’na kuvvet, kudret ve ilim verip muktedir kıldığı; doğuya ve batıya kadar ilerleyip Ye’cüc ve Me’cüc kavmine karşı demir ve bakırdan bir sed yaptığı bildirilmektedir (Çin seddi değil).

Kur’an’da zikredilen Zü’l-Karneyn; beyaz-kırmızı benizli, orta boylu, güzel ahlaklı, hakka teslimiyeti tam, halkına karşı mütevazı (alçak gönüllü) ve adalet sahibiydi. Dünya malına rağbet etmez ve kendi emeği ile geçinip, bol sadaka verirdi.

Makedonyalı İskender (MÖ. 356–323) ise kazandığı zaferlerle zenginleşip gurura kapılarak ahlakı bozuldu. Çok zulüm yapıp kan döktü; işret ve sefahat hayatı neticesi hastalanarak 33 yaşında öldü.

İslam büyüklerinin çoğu Makedonyalı (Büyük) İskender’i Kur’an’da zikredilen (adı anılan) Zü’l-Karneyn zannederek ona medhiyeler düzüp, İskendernâmeler yazmışlardır. Maalesef yanlış yapmışlar!

Zü’l-Karneyn’in kim olduğu hususunda çeşitli görüşler varsa da bunun Büyük İskender olma ihtimali yoktur.

İman sahibi olup kavmini İslâm’a davet edişi ve  (yukarıda saydığımız) diğer benzerlikler göz önünde tutulacak olursa; Oğuz Han daha çok Zü’l-Karneyn’e benzemektedir. (Doğrusunu Yüce Allah bilir.) (1)


(1)   Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihan-Nümâ ( Ankara- 1987), 1/11; Ebülgazi Bahadır Han, Türkler’in Soy Kütüğü, 23-40; İbn-i Kesir Büyük İslâm Tarihi ( İst.-1994), 2/172-174; Şemseddin Sami, Kamusu’l-A’lam (İst.-1889),2/925-926; (İstanbul-1891), 3/2220-2225; İslâm Ansiklopedisi (MEB, Eskişehir-1997), (5/2) 1078-1079/ 1088-1089; 13/650-652; Yeni Rehber Ansiklopedisi   (İstanbul-1994), 10/140-141; 15/302-303; 20/377-378; Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi (İstanbul-1983), 1/52.