Venezüela-2019
VENEZÜELA
Bu gezimize Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN Beyefendi ile birlikte aynı otelde konakladık.









Bu gezimize Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN Beyefendi ile birlikte aynı otelde konakladık.
Tarih boyunca Osmanlı Devleti’nin gerilemesi ve Türkiye’nin modernleşme süreci üzerine çeşitli tezler öne sürülmüştür. En yaygın iddialardan biri, Osmanlı’nın geri kalmasının sebebinin din olduğu yönündedir. Matbaanın geç gelmesi, reformların yavaş ilerlemesi, bilimsel gelişmelerin yetersiz olması ve sanayi devrimini kaçırmamız bu argümanı desteklemek için sıkça dile getirilen unsurlardır.
Ancak günümüz Türkiye’sinde bu argümanı yeniden gözden geçirmek gerekmektedir. Çünkü laik hukuk sistemi, Batı’dan alınan yasalar, modern ordu, teknolojik ilerleme ve sanayi yatırımları bulunmasına rağmen, hâlâ muasır medeniyetler seviyesine ulaşamıyoruz. Öyleyse bizi geride tutan asıl sebep gerçekten din mi, yoksa başka faktörler mi söz konusu?
Bu soruya cevap vermek için hem Osmanlı’nın gerileme sürecini hem de Cumhuriyet dönemindeki gelişmeleri bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekir.
Osmanlı Devleti, altı yüzyıldan fazla hüküm sürmüş, özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri olmuştur. Eğer din, gelişmeyi engelleyen bir faktör olsaydı, Osmanlı Devleti yükseliş döneminde nasıl bilim, sanat, hukuk ve askeri alanda dünya çapında bir lider olabilirdi? 16. yüzyılda Osmanlı’da İslâmi kurumlar ve dini önderler vardı ama bu, devletin en parlak dönemlerinden biri oldu.
Bunun yanında, Avrupa’nın Aydınlanma Çağı ve Sanayi Devrimi ile büyük bir sıçrama yaptığı dönemde Osmanlı’nın reform süreçlerine ayak uydurmak için Avrupa’dan geri kalmamak için ticaret kanunu, medeni kanun ve benzeri gerekli yasaları hızla çıkarmış ve bu yasalar Cumhuriyet döneminde tamamlanmıştır. Demek ki sorun sadece Avrupa hukuk sistemine geçmek de değil.
Osmanlı, 19. yüzyılda Avrupa’daki dönüşümleri yakalamak için hukuk sisteminde reformlar yaptı. 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı ile başlayan süreçte ticaret, ceza ve medeni hukuk alanlarında önemli düzenlemeler getirildi. 1868’de Fransız Ticaret Kanunu’ndan esinlenerek Osmanlı Ticaret Kanunu oluşturuldu, ardından 1876’da Kanun-i Esasi ile anayasal yönetime geçildi. Ancak tüm bu reformlara rağmen Osmanlı, Avrupa’nın ekonomik ve teknolojik atılımlarına yetişemedi.
Osmanlı, Batı hukukunu aldı ama zihniyet dönüşümünü gerçekleştiremedi. Bu çabalar, yönetim anlayışında ve ekonomik sistemde köklü bir dönüşümle desteklenmediği için beklenen sonuçları doğurmadı. Kanunlar değişti, ancak ekonomik düzen, eğitim sistemi ve yönetim anlayışı yerinde saydı. Bu yasalar toplumsal yapıya, ekonomik işleyişe ve devlet yönetimine entegre edilemedi. Meselâ, Avrupa’da sanayi devrimiyle birlikte özel mülkiyet, girişimcilik ve bireysel haklar güçlenirken, Osmanlı hâlâ merkeziyetçi ve devletçi bir ekonomik modelden vazgeçemedi. Yasalar Batı’dan alındı ama serbest piyasa anlayışı, üretim odaklı ekonomi ve girişimci sınıf oluşturma kültürü gelişmedi.
Cumhuriyet döneminde bu reformlar tamamlandı; 1926’da Türk Medeni Kanunu, ardından Türk Ticaret Kanunu yürürlüğe girdi ve modern hukuk sistemine geçiş sağlandı. Ancak hukuki reformlar tek başına kalkınmayı garanti etmedi. Çünkü kalkınma sadece yasaları değiştirmekle değil, bilimsel düşünceyi teşvik eden bir eğitim sistemi kurmak, üretimi artırmak, girişimciliği desteklemek ve toplumu yenilikçi bir zihniyetle donatmakla mümkündür. Bu, sadece hukukun değil, topyekûn bir zihniyet dönüşümünün meselesidir.
Bugün hâlâ gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşamamamızın sebebi, yalnızca modern kanunlara sahip olmamamız değil, bilim, sanayi ve teknolojiye dayalı güçlü bir ekonomik model kuramamamızdır. Avrupa’nın kalkınması, yalnızca hukuki reformlarla değil; bilimsel düşüncenin yaygınlaşması, üretim kültürünün gelişmesi ve ticaret yollarının güçlenmesi ile mümkün olmuştur.
Muasır medeniyet inşa etmek için hukuki reformlar tek başına yeterli değildir. Asıl mesele, o reformların zihniyete ve uygulamaya ne ölçüde yansıdığıdır. Eğer bir toplum, bireylerini düşünmeye, üretmeye ve yenilik yapmaya teşvik etmiyorsa, en modern yasaları bile kalkınmayı sağlayamaz. Kalkınmanın anahtarı, düşünce devrimiyle birlikte gelen bilim, sanayi ve üretim odaklı bir dönüşümdür.
Dolayısıyla Osmanlı’nın gerilemesini yalnızca dine bağlamak yerine ekonomik, siyasi ve toplumsal dinamikleri daha geniş bir perspektifle ele almak gerekmektedir. Bütün bu unsurlar birlikte değerlendirildiğinde, Osmanlı’nın geri kalışının temelinde zihniyet dönüşümünün gerçekleşmemesi olduğu görülüyor.
Cumhuriyet döneminde, Osmanlı’nın eksik kaldığı düşünülen tüm alanlarda reformlar yapıldı:
Ancak, bugün hâlâ Türkiye’nin ekonomik ve bilimsel anlamda gelişmiş ülkeler arasında yer almadığını görüyoruz. Bugün artık bilim, teknoloji, yazılım dünyada ne varsa hemen hepsi hızla Türkiye’ye girmekte. Eğer problem sadece dini yapılar olsaydı, bu reformlar ve bilimin teknolojinin ve her türlü gelişimin hızla ülkeye girmesi Türkiye’yi hızla kalkındırmalıydı. Fakat kalkınma, yalnızca yasalarla, ordu reformlarıyla ya da sanayi tesisleri kurarak sağlanmaz. Asıl mesele, zihniyet değişimi ve sürdürülebilir bir bilim, teknoloji ve üretim anlayışı geliştirebilmektir.
Türkiye bugün laiklik eğitime, modern hukuka, teknolojiye ve sanayiye sahip olmasına rağmen neden hâlâ gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşamıyor?
Türkiye’nin gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşamamasının temel sebeplerini şu başlıklar altında inceleyebiliriz:
Sorunun kaynağına inmek için bazı temel faktörleri analiz etmeliyiz:
Asıl fark, zihniyet meselesi ve sistem inşasıdır. Gelişmiş ülkeler, sadece modern kanunlara sahip oldukları için değil, bilimi, sanayiyi ve üretimi önceleyen bir zihniyet geliştirdikleri için ilerlemişlerdir.
Osmanlı’nın gerilemesi ve Türkiye’nin hâlâ gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşamaması din ile açıklanamaz. Osmanlı’nın yükseliş dönemi de İslam’ı merkeze aldığı bir süreçti. Eğer din geri kalmışlığa sebep olsaydı, Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemi açıklamak zor olurdu.
Osmanlı’nın gerilemesinin asıl sebebi din değil, ekonomik model ve sosyo-politik yapıdır. Bugün de Türkiye’nin gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşamamasının nedeni, modernleşmenin yüzeysel kalması ve derinlemesine bir zihniyet dönüşümünün gerçekleşmemesidir.
Bugün Türkiye, Batı’dan kanunları almış, ordusunu modernize etmiş, laik bir eğitim sistemine geçmiş, teknolojik ilerlemeyi takip eden bir ülke konumundadır. Ancak yine de kalkınmada beklenen atılımı yapamamıştır. Eğer geri kalmışlığın sebebi din olsaydı, bu reformlar bizi hızla ileriye taşırdı. Ancak kalkınma, sadece yasalarla ve yapısal reformlarla değil, zihniyet değişimiyle mümkündür.
Batı’nın başarısı, hukuk sisteminin modernleşmesi kadar, bilim, sanayi ve girişimcilik ekosisteminin güçlendirilmesiyle ilgilidir. Avrupa’nın başarısının ardında yalnızca hukuki veya dini reformlar değil, bilimi, sanayiyi, girişimciliği ve üretimi önceleyen bir zihniyet değişimi vardır. Bizim de odaklanmamız gereken asıl nokta budur.
Eğer gerçekten muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak istiyorsak, tartışmayı din ekseninden çıkarıp eğitim, bilim, teknoloji, girişimcilik, yenilikçilik ve üretime odaklanan uzun vadeli bir strateji geliştirmeliyiz.
Eleştirel düşünceyi teşvik eden bir eğitim sistemi kurmadan, bilim ve teknolojiye yatırım yapmadan, üretime dayalı bir ekonomi inşa etmeden, sadece dışarıdan alınan kanunlarla kalkınma sağlanamaz. Gerçek ilerleme, ancak yenilikçi bireylerin özgürce üretebildiği, araştırabildiği, girişim yapabildiği ve bilimle desteklenen güçlü bir ekosistem oluşturulduğunda mümkündür.
Sonuç olarak, Osmanlı’nın geri kalmasının temel sebebi din değil, ekonomik model ve zihniyet meselesidir. Modern Türkiye de benzer bir sorunla karşı karşıyadır: Yasaları değiştirerek kalkınamayız; eğitim, bilim, teknoloji ve sanayiyi önceleyen bir zihniyet devrimi olmadan ilerleme mümkün değildir. Avrupa’yı güçlü kılan yalnızca reformlar değil, inovasyon ve girişimcilik kültürüdür. Bizim başarımız da düşünmeyi ve üretmeyi teşvik eden bir ekosistem kurmamıza bağlıdır.
Osmanlı Devleti’nin saray teşkilatı ve enderûn, hayret ve hayranlık uyandıracak fevkalade bir sisteme sahip esrarlı bir âlemdi. Saray-ı Hümayun denen Osmanlı sarayı; Bîrun-i Hümâyûn (sarayın dışı), Enderûn-i Hümâyûn (sarayın içi) ve aileye mahsus Harem-i Hümâyûn olmak üzere üç kısımdı. Enderûn-i Hümâyûn, devlet merkezi olan Saray-ı Hümâyûn dâhilinde padişahın günlük hayatını geçirdiği selâmlık dairesiydi.
Enderûn Mektebi ise saray personelinin ve adaylarının yetiştirildiği Enderûn-i Hümâyûn ile dış saraylarda etkinlik gösteren eğitim kurumlarıdır. Ancak (dış saraylar denen) Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa (ve bir ara İskender Çelebi) Sarayları Enderûn-i Hümâyûn’a talebe hazırlamaktaydı.
Buralarda talebeler Türkçe okuma-yazma öğrenip, Türk-İslâm terbiyesiyle yetişirlerdi. Çıkmalarda (mezuniyet sonrası atama) en kabiliyetlileri Enderûn-i Hümâyûn’a seçilerek alınırlardı. Genel olarak Enderûn Mektebi talebelerine ve Enderûn-i Hümâyûn’daki saray (maaşlı devlet başkanlığı) personeline/talebelerine de ‘iç oğlanı’ denirdi.
İç oğlanları; sîmâ ve kıyâfet ilmine göre dikkat ve titizlikle seçilen zekî, yakışıklı, düzgün fizikli, iyi huylu, kibar Hıristiyan tebaa çocukları ve savaş esirleri arasından seçilen devşirmeler (Müslüman olan çocuklar) idi.
Tarihte ilk zekâ testi de bu seçmelerde uygulanmıştır. Devlet yönetiminde gerçek bir hizmet sahası olan Enderûn-i Hümâyûn devletin yönetim kademelerinde hizmet edeceklerin işbaşında yetiştirildiği, bünyesinde Siyâsal Bilgiler Fakültesi, Harb Akdemisi, Güzel Sanatlar Akademisi ve Konservatuar bulunan, tatbikat yapan siyâsî-askerî mahiyetli bir saray üniversitesiydi.
Neredeyse bütün büyük devlet makamları ile kapıkulu ocaklarının çoğu Enderûn’dan yetişmiştir. (Şeyhu’l-İslâmlar, sadrazamlar, kaptan paşalar, beylerbeyi-ler, sancak beyleri; kemankeş (okçu), hattat, nakkaş, musıkîşinas, besteci vb. sanatçılar…)
Enderûn-i Hümâyûn’da iç oğlanları bir yandan sarayın ve padişahın hizmetlerini görürken diğer taraftan da sistemli ve mükemmel bir tahsil ve terbiye görürlerdi. Böylelikle hem askerî temele dayalı resmî Osmanlı mefkûresi öğretiliyor, hem de padişaha tam bağlı yönetim kadrosu hazırlanıyordu.
Büyük ve Küçük Odalar, Doğancı Koğuşu, Seferli Oda, Kiler, Hazine Odası ve Has Oda olarak sınıflandırılan Enderûn-i Hümâyûn’un Büyük ve Küçük Odalarında iç oğlanları okuma-yazma ve Kur’an dersi görürlerdi.
Diğer sınıflarda dînî ve fennî (pozitif) ilimlerle Arabca ve Farsça da öğrenirler, çeşitli sportif faaliyetler yaparlardı. İstidadı olanlara binicilik, atıcılık, silahşörlük (kılıç, ok vb.) de öğretilirdi. Yine kabiliyeti olanlardan hat, nakış, musıkî vb. sanatlarla uğraşanlar da olurdu.
Sırası gelenler çıkma denen atamalarda liyâkat ve kabiliyetine göre saray haricinde çeşitli devlet hizmetlerine (makamlarına) getirilirlerdi. Uzun ve çok disiplinli bir eğitim olup, itaatsizlik söz konusu değildi. Saray edeb, ahlâk, terbiye ve nezâketine aykırı hareket edenler ileri sınıflara yükselemezlerdi. İleri sınıflara yükselenler subay rütbesi taşırlardı.
Oda adı verilen sınıfların en yükseği ‘Has Oda’ olup, Hırka-i Saadet ve Mukaddes Emanetler burada bulunmaktaydı. Burada padişahın şahsî hizmetlerini de gören albay rütbesinde 40 genç bulunur; bunlar aynı zamanda Hırka-i Saadet dairesini temizlerler, mukaddes emanetleri korurlar, eşyaların bakımını yaparlar, mübarek gecelerde kokulandırıp Kur’an okurlardı.
İşte son derece zekî ve yetenekli bu gençler Enderûn-i Hümâyûn’da (sarayda) devlet ciddiyetiyle yetiştirilmişlerdir.
Ancak yerli ve yabancı İslâm ve Osmanlı düşmanı bazı tarihçi ve romancılar ‘iç oğlanı’ ve ‘Has Oda’ terimlerinden hareketle, mahiyetini ya incelemeden ya da bile bile padişahların bu gençlerle burada iğrenç nefsani işler (oğlancılık) yaptıklarını iddia etmişlerdir.
Baştan beri anlattığımız gibi tamamen İslâmî terbiye ile yetişen bu personele ‘İç oğlanı’ denmesi bu genç-bekâr delikanlıların İç Saray (Enderûn-i Hümâyûn)’da istihdam edilmelerindendir. ‘Has Oda’nın mahiyeti ise yukarıda açıklanmış olup, iddialar ile hiçbir alakası yoktur. Padişahların da böyle bir şey yapmadıkları açıktır.
Bu iftiralar ilme, akla ve izâna sığmamaktadır. İnsâf, izân ve sağduyu sahipleri için her şey meydandadır. (1)
_____________________________________________________________________
(1) İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nde Saray Teşkilatı (Ankara–1988), 297-357; Y. Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi (İstanbul-1983), 8/299-307; M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (İstanbul-1983), 1/7-18, 533-536, 2/28-29; O. Ergin, Türk Maarif Tarihi (İstanbul-1977), 1-2/11-40; M. İşpirli, Enderûn / TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-1995), 11/185-187; A. Şimşirgil, İç oğlanı / TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-2000), 21/449-450; İ. Parmaksızoğlu, Enderûn / MEB-Türk Ansiklopedisi (Ankara-1968), 15/193-196; A. Akgündüz- S. Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı (İstanbul-1999), 1001-105.