DR. MURAT ERGÜVEN
Kabir İçinde Yapılan Adak

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KABİR İÇİNDE YAPILAN ADAK

Mutedil (ölçülü-ılımlı) Şia ulemasından fakih, müfessir ve muhaddis olan Ebu Ali et-Tabresî (?-1153), kâmil, fazıl ve asil bir âlim olarak bilinmektedir.

Tabresî, tefsir, fıkıh ve kelâm alanında çeşitli eserler vermiştir. Bu âlim zât çok güzel bir tefsir kitabı yazmış ve ona “Mecmau’l- Beyân Li Ulûmi’l- Kur’ân” adını vermiştir.

Tabresî, Kur’ân ilimlerine genç yaştayken başlayıp, kendisini çeşitli yönlerden yetiştirdikten sonra yaşı altmışa gelip saçları ağardığında bu tefsir işine teşebbüs eder. Ve bütün gayretlerini tefsir işine verir.

Çok uğraş verdiği tefsiri, kendi ifadesiyle: “Edip için bir esas, nahivci (Arapça bilgini) için hazır bir malzeme, okuyucu için ibret, âbid için zahire, kelâmcı için hüccet, hadisçi için hüccet (delil) kaynağı, fakih için kılavuz, vâiz için bir alettir.”

Tabresî’nin tefsiri, tefsir ilminin özelliklerine uymakla birlikte, tefsirinin ağırlık noktasını Ehl-i Sünnet’ten farklı olan İmamîye inançları teşkil eder. Kendi mezhebinin görüşlerini karşı mezhebin görüşleriyle kıyaslayarak onlara cevaplar verir.

Tabresî’nin tefsiri, Şia ve mutezile görüşlerini bir tarafa bırakacak olursak, gerçekten değerli bir tefsirdir. Muhtelif ilim ve fenlerde sahibinin değerini gösterecek mahiyettedir. Pek çok konuda aleyhine olabileceğimiz hususlar varsa da; o pek çok İmamîye âlimleri gibi Şiilikte ve akidesinde müfrit (aşırı) değildir.

Tabresî, Ashab-ı Kiram-ı küfre ve kötülemeye yeltenmez. Tefsirinde de fazla bir aşırılığa gitmediği görülür. Bu tefsir, güzel bir tertiple ele alınmış dikkatli incelemeleri, delil getirişi, dilinin açık ve anlaşılır olması yönünden okuyucuya faydalı olabilir.

Bu tefsirin yazılışının orijinal ve kerâmetvârî bir sebebi vardır. Şöyle ki: Tabresî’ye ani bir hâl vaki olup kalp krizi geçirir. O’nu öldü zannederler ve yıkayıp, kefenleyip cenâze namazını kıldıktan sonra defnederler..

Bir müddet sonra bu halinden uyanıp kendine geldiğinde kendisini hiçbir çıkış yolu olmayan kabrinin içinde olduğunu fark eder. Ürperip korkan ve bu halden kurtulmak isteyen Tabresî; “Eğer bu belâdan kurtulursam bir Kur’an tefsiri yazacağım.” Diyerek adak yapar..

Bu sıralarda ise bazı kefen soyuculardan biri henüz yeni defnedilen Tabresî’nin kefenini soymaya niyetlenmiştir. Kefen soyucu, kabri açtığında Tabresî’nin canlı olduğunu ve kendisiyle konuştuğunu görünce korku ve dehşete düşer.

Tabresî; kefen soyucuya “Korkma, ben ölü değilim, canlıyım. Her halde ben kalp krizi geçirdim ki beni öldü zannedip gömdüler.” Der. Ancak Tabresî biraz kalmış olduğu kabirde açlık ve susuzluktan bitkin düştüğü ve çok zayıf olduğu için ne ayağa kalkabiliyor ne de yürüyebiliyordu.

Kabirden Tabresî’yi çıkaran kefen soyucu O’nu sırtına aldığıyla evine kadar götürür ve O’na yiyecek bir şeyler verir.. Yaşadığı bu garip ve ibretli hadise karşısında kefen soyucu hırsız, şeyhin eliyle hidâyete erip tövbe eder.. Bundan sonra ise Tabresî kabir içinde yaptığı adağı yerine getirmek üzere çalışmalarına başlar ve bu muhteşem tefsiri “Mecmau’l- Beyân”ı yazmaya başlar.. (1)


(1) İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi (Ankara-1996), 1/441-446; ez-Zehebî, et-Tefsir Ve’l-Müfessirûn, 2/73-73.

Kadri Musallada Bilinen Şâir: Bâkî

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KADRİ MUSALLADA BİLİNEN ŞÂİR: BÂKÎ

  • “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
  • Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf ” (*)

Dîvân şiirimizin en büyük şâiri olan Bâkî (1526–1600), daha hayatındayken “SULTANU’Ş-ŞUARA” olarak nâm salmıştır.

Bâkî, Osmanlı’nın en parlak döneminde en yüksek medreselerde müderrislik (hoca-Profesör); İstanbul, Mekke ve Medine şehirlerinde ‘kadı’lık ve Anadolu ile Rumeli kazaskerliği yapmıştır.

Zamanının meşhur âlimlerinden ilim tahsil eden Bâkî, daha 19 yaşındayken ‘Sümbül’ kasîdesiyle şöhret olmuştur. Devrin şiir üstâdı Zâtî (1471–1546)’nin şiir meclisine devam eden Bâkî, Zâtî’nin takdîrini kazanarak O’nun “ÜSTÂD-I ŞİRÂN-I RÛM” yakıştırmasına lâyık görülür.

Bâkî, Nahcivan seferi dönüşü Kanûnî’ye sunduğu kasîde sebebiyle, padişahın taltîfine (iltifat) de mazhar olmuştur. Daha sonraları Kanûnî’nin şiirlerine nazireler yazmış, Kanûnî de O’na değerli kitaplar hediye etmiştir. Açık yürekli ve zarîf bir insan olan Bâkî, son derece adil bir kadı (hâkim) ve Şeyhu’l-İslâm olacak kadar da büyük bir âlimdi.

Türkçe’yi zarîf ve olgun bir şekilde, zekîce incelikler yakalayarak, kıvrak ve ustaca kullanmıştır. Şiirlerinde dînî motiflerden çok dünyevî motifler göze çarpsa da, kullandığı mazmûnlardan (sanatlı söz) dînî, tasavvufî derinliği olan şiirler yazdığı anlaşılır.

Bâkî’nin şöhreti kısa zamanda Osmanlı hudûtlarını aşmış, diğer Türk ülkelerine, İran’a, Arabistan’a ve hatta Hint saraylarına kadar ulaşmıştır. Devamlı yükselişte olmasına rağmen defâlarca görevinden azledilip sonra tekrar göreve alınmıştır. İnişli çıkışlı bir meslek hayatı olan şâir Bâkî; dâimâ her inişten sonra daha da yükselmiştir. Her şeye rağmen edebiyât hayatı ise hep yükseliş trendi izlemiştir.

Sürekli yükselen Bâkî’nin gönlünde ise Şeyhu’l-İslâmlık yatmaktadır. İlmiye sınıfının en üst mevkisine (kazaskerlik- ordu kadılığı) ulaşıp Şeyhu’l-İslâmlığa çok yaklaşan, fakat bütün gayretlerine ve çabalarına karşı bir türlü kendisine Şeyhu’l-İslâmlık şansı gülmeyen Bâkî, 23 Ramazan Cuma günü vefat eder…

Kanûnî’nin, “Devrimde Bâkî gibi bir şâir yetiştiği için iftihar ediyorum.” Dediği şâirler sultanının vefatı İstanbul ilim, fikir ve sanat çevrelerinde derin bir üzüntü uyandırmıştır.

Cenâze namazında bütün devlet erkânı, vezirler, âlimler, şâirler ve mahşerî bir halk kitlesi büyük şâiri son yolculuğuna uğurlamak üzere Fatih Camii’ne toplandılar. Cemâat camii avlusundan taşmış, saltanatın işleri bir günlüğüne durmuştur. Tabutu Fatih’ten Edirnekapı’daki kabrine kadar hiç yürümeden eller üzerinde nakledilmiştir.

Şeyhu’l-İslâm Sun’ullah Efendi, cenâze namazı kıldırmak üzere şâirin musallâdaki tabutunun başına geldiğinde o mahşerî kalabalığı görünce Bâkî’nin;

  • “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
  • Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf ” (*)

beytini okumaktan kendini alamayıp ağlar ve cemâati de ağlatır… (1)


(*) Ey Bâkî! Dostlar kadrini musallâ taşında bilip, / Huzurunda durup el bağlayalar saf saf.

(1) Mehmet Çavuşoğlu, Bâkî/TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-1991), 4 / 537-540; Bâkî/MEB-İslâm Ansiklopedisi (Eskişehir-1997), 2/ 243-253; İskender Pala, Bâkî /Ağaç-Osmanlı Ansiklopedisi (İstanbul-1993), 3 / 84-85; Türk Dili ve Edebiyâtı Ansiklopedisi,1/300-302; Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, 1/204-208; Osmanlı Müellifleri (İstanbul-1972), 2/52-53.

Katerina ve Baltacı Mehmed Paşa

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KATERİNA VE BALTACI MEHMED PAŞA

Rus Çarı’na yenilen İsveç Kıralı Demirbaş Şarl’ın Türk topraklarına sığınıp, ardından da Rusların Türk topraklarına girmesi üzerine Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa (1660–1712) komutasındaki Türk Ordusu ve Kırım Hanı Rus Ordusu’nu kuşattı (Temmuz 1711).

Savaş taktiği ve yiyecek bakımından sıkıntıya düşen Ruslar, kendilerinden ne istenirse kabul edeceklerini bildirip, anlaşma teklif ettiler.

Çarın ‘metres’i I. Katerina ise Rus Ordusu’nun imhasından korktuğundan Türkleri anlaşmaya ikna edebilmek için bütün mücevherleriyle ordudan ele geçirdiği bütün değerli eşyaları Türk tarafına göndermiştir. (Bu hediyelerin büyük bir kısmını Baltacı’nın müşavirlerinin aldıkları anlaşılmış ve idam edilmişlerdir. Baltacı ise asla rüşvet almamıştır.)

İsveç Kıralı ve Kırım Hanı anlaşma yapmayıp, Rus Ordusu’nun imhasını ve Rus Çarı’nın esir edilmesini istemektedirler.

Yeniçeriler ise savaş yapmaya son derece isteksizdirler. Ve hatta bir ara geri çekildiğimiz halde, akşam karanlığı olduğundan, Ruslar bunun farkına varamamışlardır.

Tereddütte kalan Baltacı Mehmed, bu durumu da göz önünde bulundurarak istişare sonunda ekseriyetin (ve hatta bütün vezirlerin de) kabulüyle sulh anlaşmasına karar verir…

Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa, saray baltacıları (saray muhafızı) ocağından yetişerek Ağa yazıcısı muavinliğine, III. Ahmed Han zamanında I. İmrahorluğa (sarayın ahır komutanı olan general) terfi etmiştir.

Daha sonra vezirlikle (birlikte) kaptan paşa, akabinde de sadrazam olmuştur. Fakat hasımları yüzünden kısa zamanda, ortada makul bir sebeb yokken azlettirilmiştir.

Baltacı, yeterli tahsili olması nedeniyle konuşmasını ve yazmasını iyi becerirdi. Sadrazam Baltacı, bilim ve kültüre ilgisiyle de ün kazanmıştır.

Gayretli, cesur ve vakur tabiatlı olmasına rağmen boşboğaz, pervasız ve dessas olduğundan çok hasmı (düşmanı) vardı. Zaten başına ne geldiyse bu yüzden gelmiştir.

Rus harbi sebebiyle ordu sevk ve idaresinde muktedir bir vezire ihtiyaç olduğundan Baltacı, ikinci kez sadrazam ve orduya da Serdar-ı Ekrem (padişah namına başkumandan/en büyük serdar) olmuştur.

Baltacı, Prut Antlaşması’ndan padişah III. Ahmed’in emriyle Edirne’ye döndü. Fakat hasımları Baltacı’dan çekindiklerinden O’nun başarılarını hiçe indirmek için padişaha telkinde bulunuyorlardı. Hasımları:

‘Rus Çarı bu şekilde ağır bir yenilgiye uğratılmışken salıverilmesi, Rus Çariçesi’nin (Katerina) kendine gizlice verdiği kıymetli mücevherlerin meyvesidir.’ Diye padişahı tahrik ediyorlardı.

Fakat padişah: ‘Böyle gazada bulunmuş bir vezirin taltifi lâzımeden iken, azli münasib değildir.’ Diye reddetmiştir.

Yılmayan hasımları bu sefer de Edirne’de kapıkulu askerlerinin maaşını vermesi üzerine harekete geçtiler. Baltacı Mehmed Paşa’nın, hasımlarını bertaraf etmek ve saltanatı değiştirmek için orduyu isyana sürüklediği ima edilerek, padişahı korkutup Baltacı’yı azlettirdiler. Bu da yetmedi idama dâhi mahkum  ettirdiler; fakat O çoktan vefat etmişti bile..!

Meşhur batılı tarihçi Hammer (1774–1856), ile bizim eski ve yeni kaynaklarımızda Baltacı’nın Katerina ile çadırda beraber olduğuna dair en ufak bir bilgi bulunmadığı gibi Katerina’nın Rus Ordugâhı’ndan kesinlikle çıkmadığı da bilinmektedir.

Dolayısıyla böyle bir iftirayı (o zaman idama mahkûm ettiren) hasımları bile düzmemişlerdir. Sonradan bazı romancılar bir Katerina-Baltacı buluşması uydurmuşlardır.

Olayın kesinlikle aslı yoktur. Bütün ilmî kaynaklar meydandadır. (1)


(1) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi (Ankara–1988), (4/1) / 76-91; (4/2) / 280-285; Mustafa Nuri Paşa, Netâyicü’l-Vukuat (Ankara-1992), 3-4/25-28; Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi (İstanbul-1983),6/277; Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet (İstanbul-1993),1/61-62, Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi (İstanbul-1991),7/151-155.