DR. MURAT ERGÜVEN
Kadri Musallada Bilinen Şâir: Bâkî

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KADRİ MUSALLADA BİLİNEN ŞÂİR: BÂKÎ

  • “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
  • Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf ” (*)

Dîvân şiirimizin en büyük şâiri olan Bâkî (1526–1600), daha hayatındayken “SULTANU’Ş-ŞUARA” olarak nâm salmıştır.

Bâkî, Osmanlı’nın en parlak döneminde en yüksek medreselerde müderrislik (hoca-Profesör); İstanbul, Mekke ve Medine şehirlerinde ‘kadı’lık ve Anadolu ile Rumeli kazaskerliği yapmıştır.

Zamanının meşhur âlimlerinden ilim tahsil eden Bâkî, daha 19 yaşındayken ‘Sümbül’ kasîdesiyle şöhret olmuştur. Devrin şiir üstâdı Zâtî (1471–1546)’nin şiir meclisine devam eden Bâkî, Zâtî’nin takdîrini kazanarak O’nun “ÜSTÂD-I ŞİRÂN-I RÛM” yakıştırmasına lâyık görülür.

Bâkî, Nahcivan seferi dönüşü Kanûnî’ye sunduğu kasîde sebebiyle, padişahın taltîfine (iltifat) de mazhar olmuştur. Daha sonraları Kanûnî’nin şiirlerine nazireler yazmış, Kanûnî de O’na değerli kitaplar hediye etmiştir. Açık yürekli ve zarîf bir insan olan Bâkî, son derece adil bir kadı (hâkim) ve Şeyhu’l-İslâm olacak kadar da büyük bir âlimdi.

Türkçe’yi zarîf ve olgun bir şekilde, zekîce incelikler yakalayarak, kıvrak ve ustaca kullanmıştır. Şiirlerinde dînî motiflerden çok dünyevî motifler göze çarpsa da, kullandığı mazmûnlardan (sanatlı söz) dînî, tasavvufî derinliği olan şiirler yazdığı anlaşılır.

Bâkî’nin şöhreti kısa zamanda Osmanlı hudûtlarını aşmış, diğer Türk ülkelerine, İran’a, Arabistan’a ve hatta Hint saraylarına kadar ulaşmıştır. Devamlı yükselişte olmasına rağmen defâlarca görevinden azledilip sonra tekrar göreve alınmıştır. İnişli çıkışlı bir meslek hayatı olan şâir Bâkî; dâimâ her inişten sonra daha da yükselmiştir. Her şeye rağmen edebiyât hayatı ise hep yükseliş trendi izlemiştir.

Sürekli yükselen Bâkî’nin gönlünde ise Şeyhu’l-İslâmlık yatmaktadır. İlmiye sınıfının en üst mevkisine (kazaskerlik- ordu kadılığı) ulaşıp Şeyhu’l-İslâmlığa çok yaklaşan, fakat bütün gayretlerine ve çabalarına karşı bir türlü kendisine Şeyhu’l-İslâmlık şansı gülmeyen Bâkî, 23 Ramazan Cuma günü vefat eder…

Kanûnî’nin, “Devrimde Bâkî gibi bir şâir yetiştiği için iftihar ediyorum.” Dediği şâirler sultanının vefatı İstanbul ilim, fikir ve sanat çevrelerinde derin bir üzüntü uyandırmıştır.

Cenâze namazında bütün devlet erkânı, vezirler, âlimler, şâirler ve mahşerî bir halk kitlesi büyük şâiri son yolculuğuna uğurlamak üzere Fatih Camii’ne toplandılar. Cemâat camii avlusundan taşmış, saltanatın işleri bir günlüğüne durmuştur. Tabutu Fatih’ten Edirnekapı’daki kabrine kadar hiç yürümeden eller üzerinde nakledilmiştir.

Şeyhu’l-İslâm Sun’ullah Efendi, cenâze namazı kıldırmak üzere şâirin musallâdaki tabutunun başına geldiğinde o mahşerî kalabalığı görünce Bâkî’nin;

  • “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
  • Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf ” (*)

beytini okumaktan kendini alamayıp ağlar ve cemâati de ağlatır… (1)


(*) Ey Bâkî! Dostlar kadrini musallâ taşında bilip, / Huzurunda durup el bağlayalar saf saf.

(1) Mehmet Çavuşoğlu, Bâkî/TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-1991), 4 / 537-540; Bâkî/MEB-İslâm Ansiklopedisi (Eskişehir-1997), 2/ 243-253; İskender Pala, Bâkî /Ağaç-Osmanlı Ansiklopedisi (İstanbul-1993), 3 / 84-85; Türk Dili ve Edebiyâtı Ansiklopedisi,1/300-302; Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, 1/204-208; Osmanlı Müellifleri (İstanbul-1972), 2/52-53.

Katerina ve Baltacı Mehmed Paşa

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KATERİNA VE BALTACI MEHMED PAŞA

Rus Çarı’na yenilen İsveç Kıralı Demirbaş Şarl’ın Türk topraklarına sığınıp, ardından da Rusların Türk topraklarına girmesi üzerine Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa (1660–1712) komutasındaki Türk Ordusu ve Kırım Hanı Rus Ordusu’nu kuşattı (Temmuz 1711).

Savaş taktiği ve yiyecek bakımından sıkıntıya düşen Ruslar, kendilerinden ne istenirse kabul edeceklerini bildirip, anlaşma teklif ettiler.

Çarın ‘metres’i I. Katerina ise Rus Ordusu’nun imhasından korktuğundan Türkleri anlaşmaya ikna edebilmek için bütün mücevherleriyle ordudan ele geçirdiği bütün değerli eşyaları Türk tarafına göndermiştir. (Bu hediyelerin büyük bir kısmını Baltacı’nın müşavirlerinin aldıkları anlaşılmış ve idam edilmişlerdir. Baltacı ise asla rüşvet almamıştır.)

İsveç Kıralı ve Kırım Hanı anlaşma yapmayıp, Rus Ordusu’nun imhasını ve Rus Çarı’nın esir edilmesini istemektedirler.

Yeniçeriler ise savaş yapmaya son derece isteksizdirler. Ve hatta bir ara geri çekildiğimiz halde, akşam karanlığı olduğundan, Ruslar bunun farkına varamamışlardır.

Tereddütte kalan Baltacı Mehmed, bu durumu da göz önünde bulundurarak istişare sonunda ekseriyetin (ve hatta bütün vezirlerin de) kabulüyle sulh anlaşmasına karar verir…

Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa, saray baltacıları (saray muhafızı) ocağından yetişerek Ağa yazıcısı muavinliğine, III. Ahmed Han zamanında I. İmrahorluğa (sarayın ahır komutanı olan general) terfi etmiştir.

Daha sonra vezirlikle (birlikte) kaptan paşa, akabinde de sadrazam olmuştur. Fakat hasımları yüzünden kısa zamanda, ortada makul bir sebeb yokken azlettirilmiştir.

Baltacı, yeterli tahsili olması nedeniyle konuşmasını ve yazmasını iyi becerirdi. Sadrazam Baltacı, bilim ve kültüre ilgisiyle de ün kazanmıştır.

Gayretli, cesur ve vakur tabiatlı olmasına rağmen boşboğaz, pervasız ve dessas olduğundan çok hasmı (düşmanı) vardı. Zaten başına ne geldiyse bu yüzden gelmiştir.

Rus harbi sebebiyle ordu sevk ve idaresinde muktedir bir vezire ihtiyaç olduğundan Baltacı, ikinci kez sadrazam ve orduya da Serdar-ı Ekrem (padişah namına başkumandan/en büyük serdar) olmuştur.

Baltacı, Prut Antlaşması’ndan padişah III. Ahmed’in emriyle Edirne’ye döndü. Fakat hasımları Baltacı’dan çekindiklerinden O’nun başarılarını hiçe indirmek için padişaha telkinde bulunuyorlardı. Hasımları:

‘Rus Çarı bu şekilde ağır bir yenilgiye uğratılmışken salıverilmesi, Rus Çariçesi’nin (Katerina) kendine gizlice verdiği kıymetli mücevherlerin meyvesidir.’ Diye padişahı tahrik ediyorlardı.

Fakat padişah: ‘Böyle gazada bulunmuş bir vezirin taltifi lâzımeden iken, azli münasib değildir.’ Diye reddetmiştir.

Yılmayan hasımları bu sefer de Edirne’de kapıkulu askerlerinin maaşını vermesi üzerine harekete geçtiler. Baltacı Mehmed Paşa’nın, hasımlarını bertaraf etmek ve saltanatı değiştirmek için orduyu isyana sürüklediği ima edilerek, padişahı korkutup Baltacı’yı azlettirdiler. Bu da yetmedi idama dâhi mahkum  ettirdiler; fakat O çoktan vefat etmişti bile..!

Meşhur batılı tarihçi Hammer (1774–1856), ile bizim eski ve yeni kaynaklarımızda Baltacı’nın Katerina ile çadırda beraber olduğuna dair en ufak bir bilgi bulunmadığı gibi Katerina’nın Rus Ordugâhı’ndan kesinlikle çıkmadığı da bilinmektedir.

Dolayısıyla böyle bir iftirayı (o zaman idama mahkûm ettiren) hasımları bile düzmemişlerdir. Sonradan bazı romancılar bir Katerina-Baltacı buluşması uydurmuşlardır.

Olayın kesinlikle aslı yoktur. Bütün ilmî kaynaklar meydandadır. (1)


(1) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi (Ankara–1988), (4/1) / 76-91; (4/2) / 280-285; Mustafa Nuri Paşa, Netâyicü’l-Vukuat (Ankara-1992), 3-4/25-28; Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi (İstanbul-1983),6/277; Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet (İstanbul-1993),1/61-62, Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi (İstanbul-1991),7/151-155.

Kays’ın Cömerdlik Örneği

Dr. Murat Ergüven-Araştırmacı

KAYS’IN CÖMERDLİK ÖRNEĞİ

Cömerd, Farsça cevân-merd kelimelerinden türetilmiş olup, bu kelimeden türetilen ‘cömerdlik’ ise; insanın kendi imkânlarını başkalarına, herhangi bir maddî ve manevî karşılık beklemeden (el-İnsan 76/8-10), yardım edilen kişiyi rencide edecek tutumlardan ve gösterişten kaçınarak (el-Bakra 261-265), gönül rızâsıyla, seve seve (el-Haşr 59/9) sunmasıdır.

Bazı ahlâkçılar ve sufiler ise güzel ahlâkın en yükseklerinden cömerdliği; sehâvet, cûd ve isâr olmak üzere başlıca üç dereceye ayırmışlardır.

İmkânlarının çoğunu kendine ayırarak azını hayır yolunda kullanmaya sehâvet; azını kendine ayırarak çoğunu başkalarına ikrâm etmeye cûd; gerektiğinde kendisini tamamen mahrum bırakarak imkânlarını başkaları için kullanmaya ise isâr denilmektedir.

Hicretten sonra Medineli Ensar’ın Mekkeli muhâcirleri evlerine alıp, mallarına ortak ederek gösterdikleri üstün ferâgat, en yüksek cömertlik (isâr) örneğidir. Bu yüksek ferâgat ve cömertlik örneği Kur’an’da (Haşr Suresi’nin 9. Ayetinde) övgüyle anlatılmaktadır.

Cömerdlik, mal ile olduğu gibi ilim ve fiil (bedenen yapılan yardımlar) ile de olur. Cömerlik insandan ucb ve kibri de uzaklaştırır.

İslâm’da imândan sonra çok önemli iki esas vardır. Bunlardan ilki namaz, diğeri de zekâttır. Zekâtın asıl ruhu ise cömerdliktir.

İbadet, ilahî hukukun temeli olduğu gibi, cömerdlik de kul hakkının temelidir. İnsanlara yardım etmeyen, muhabbet göstermeyen bu vasfı elde edemez. İşte İslâm’da zekâtın farz olmasının sebebi; bu muhabbet duygusunu kuvvetlendirmektir.

Kur’an-ı Kerîmde (pek çok ayet-i kerimede)(*) ve Hz. Peygamber (SAV)’in (pek çok)  hadis-i şeriflerinde cömerdlik erdeminin önemi ve fazîleti üzerinde durulmuştur.

Bir hadis-i şerifde ‘Allahın cömert olduğu ve cömerdleri sevdiği’ ifade edilmiştir (Tirmizî). Ve yine Hz. Peygamber’in ‘insanların en cömerdi’ olduğu belirtilmiştir (Buhari, Müslim).

İsraf ve cimriliğin orta yolu olan cömerdlik, cahiliyye döneminde de en önemli erdemlerden biri olmuştur. Ancak cahiliyye döneminde cömerdce davranışların temelinde, ahlakî ve insanî duygulardan çok kişinin veya kabilesinin/ailesinin şânını, şöhretini yayma duygusu ve şeref yarışı vardı.

İslâm dînî, cömerdliği; şân, şöhret, şeref, kibirlenip böbürlenerek üstünlük taslamak, gibi bencil duyguların tatmin vasıtası olmaktan çıkararak Allah rızâsı ve insan sevgisinden oluşan ahlâkî bir muhtevâya kavuşturmuştur.

Hz. Peygamber, ashab-ı kirâma (Allah rızâsı için) sadaka vermelerini emrettiğinde: Hz Ömer malının yarısını, Hz. Ebu Bekir ise malının tamamını infâk ederek üstün ahlâk örneği sergiliyorlar…

Tarihimiz üstün cömerdlik örnekleriyle doludur. Ensâr’dan Kays b. Sa’d b. Übâde (Ö.Şam-14 h/635 m) de cömerdliğiyle tanınan bir sahabedir.

Kays (r.a)’a, bir gün: ‘Senden daha cömerd birini gördün mü ?’ Diye sorunca: ‘Evet’ Dedi ve anlattı. “Bir kere çölde birine misafir olmuştuk. Adam hemen bir deve kesip pişirmiş ve ikrâm etmişti.  Ertesi gün bir deve daha kesip ikrâm etti…

Bu durum karşısında adama: ‘Biz daha dün kesilen devenin bile pek azını yedik; buna lûzum yoktu.’ Deyince adam: ‘Ben misafirlerime taze olmayan et yedirmem’ Demişti.

Şiddetli yağmurdan üç gün orada kalmış ve her gün aynı muameleyi görmüştük… Adamın olmadığı bir sırada hanımına yüz dinar bırakıp, oradan ayrıldık. Epey bir müddet gittikten sonra, arkamızdan bir adamın:

‘Durun ey namerd kervancılar! Misafirperverliğimin bedelini ödediniz (keremimi satın alıp gittiniz).’ Diye bağırdığını işittik. Adam bize yetişti ve ‘Parayı hemen geri alacaksınız, yoksa mızrağımı size saplarım.’ Dedi. Mecburen paramızı geri aldık ve adam da sevinçle geri döndü”… (1)


(*) Âl-i İmrân: 133-134, 180; Bakara: 3, 245, 254, 261, 262, 265, 267, 269, 272; Fecr: 15-16; Hadid: 10, 11, 18; Hûd: 6;  Hümeze:  1,3;  Leyl: 5-7, 17-20; Maide: 12, 13; Münâfikûn: 7,11; Neml: 64; Şûra: 12; Teğabûn: 15-17; Tekâsür:  1-2; Tevbe: 99; Zümer:  49-52; Zâriyat:  58.

(1) Mustafa Çağrıcı, Cömertlik/TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul–1993), 8/72-73; Sa’d bin Ubâde, TG-İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, 2/21-22; Seyyid Süleyman Nedvî, İslâm Ahlâk Nizâmı/Tercemesi Ali Genceli (İstanbul-1990), 259-270; Abdülkerîm Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi/Tercemesi S. Uludağ (İstanbul-1978),357; M. Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe/Tercemesi S. Gülle (İstanbul-1991), 2/201; Birgivî, Birgivî Vasiyetnâmesi/Sadeleştiren A. F. Meyân (İstanbul), 184.